Şub 22

Lülü | Neriman Ekinci

Yazan Editör Kategori atölyeden

Herkesin olanca hızıyla koşturduğu o gün, 195 santimliğin pantolon cebinden aniden düşüverdim yere. Plastik kılıfıma iliştirdiği minik notla birlikte. Kaldırımın kıyısına çarpıp olanca hızımla sekerek, karşıdaki paslı çöp tenekesinin yanına ilişiverdim. Telaşlı ve yorgundu o da herkes gibi, fark edemedi.

Yağmur kirli sokakları çamur deryasına çevirmişti. Böyleydi bu sokaklar. Paslı, puslu ve soğuk.

Yanımdan onlarcası geçti. Beni koklayanlar, bilmeden bir ayak savurup iyice öteleyenler, pati atanlar, üstüme basıp geçenler. Zamanın yağmur damlalarından daha hızlı aktığı bir gündü anlayacağınız. Günün erken saatlerinde başlayan terk edilmişliğim, sokak lambasının yanması, ortalığın iyice kararıp soğumasıyla daha da can yakıcı bir hal alacaktı. Gözyaşlarım da artık sokağın kiri ve suyuna karışıyordu. Çürüyecektim.  Burada bir başıma, yapayalnız…

Uzaktan bir ses duydum, onun sesiydi, evet evet onun sesi.

“Burada düşürmüş olmalıyım” diyordu. “Ah tam da burada. Kahretsin!”

Çığlıklar atıyordum. “Buradayım. Hey bana bak! Tam burada. Ayağının olduğu yerde. Hey sesimi duymuyor musun!”

Nafile. İpi çözülmüş boğa gibi bir o yana bir bu yana bakıyordu. Tam orada, o çamurun içinde, bir elmas gibi ışıl ışıl parlayan beni göremiyordu.

“Ah! Lülü beni mahvedecek.”

Lülü de kim dediğinizi duyar gibiyim. O ışıltılı, her odası ayrı cümbüş evinin kapısını açan benim sahibem. Asıl adı Lükhan, sevdikleri -özellikle de bu savruk 195’lik- ona Lülü derdi. Çok severler birbirlerini. Oturduğu yetmiş yıllık dairenin kapısını en çok bu sırık çalar. Bir hastalık geldi aniden, kavurdu Lülü’yü. Eskisi gibi yürüyemez oldu. O yüzden de anahtar yaptırdı en sevdiğine. Yoksa her daim “Ah benim caaanımmm, Nedimim kılıklım, boylum poslum, yakışıklım” diye kırmızı rujuyla açıverirdi kapıyı. Bence annesiz babasız kaldı diye şımarttı onu. O yüzden de biraz savruk işte.

“Selim Bey. Selim Bey. Nasıl oldu anneanneniz, haber var inşallah.”

“İyiye gidiyor Jemma Teyze. Umuyorum yoğun bakımdan çıkacak.”

“Çok sevindim. Peki ne arıyorsunuz kuzum öyle yerlerde?”

“Anahtarı düşürmüşüm sabah. Kediler evde malum, çiçekler. Bir de Lülü’nün yazdığı son oyun. Bugün son okuma için ekibe teslim etmeliydim.”  

Elim olsa da ensene koca bir şaplak indirsem sırık. Buradayım be, buradayım. Şu iğrenç ıslak kolinin altında. Azıcık eğilsen de kaldırıversen bulacaksın beni.  

“Oralardadır mutlak. İyice bakın. İyi haberlerle, iyi akşamlar” dedi Jemma. Teyze lafına bozulduğunu belli etmeden, kesik kesik soluyarak pencereyi kapatıverdi. Bizim sırık çaresizce bir iki adım daha attı ve yeniden evine doğru yol aldı.

Böyle kaç gün geçti? Lülü yoğun bakımda mıydı hâlâ, oyun ulaştı mı yerine? Bu sırık kedilere mama, çiçeklere su verdi mi bilmiyorum. Önce bol salyalı bir dil yaladı beni. Sonra da yüzüme aydınlık bir çift gözün yanaştığını hissettim. Çiçek gibi kokuyordu gözlerin sahibi. Boynunun ucundan sallanan kolye az kalsın yüzüme değecekti.

“Miço gel oğlum buraya. Aaa ne buldun sen. Aferin. Neymiş bu böyle bakalım.”

Salyalı dil olanca hızıyla kuyruk sallıyor, gururla dört ayağının üzerine dikiliyordu.

“Ne buldun sanki! Atomu mu parçaladın. Alt tarafı bir ‘ANAHTAR’” dedik aynı anda.

“İyi de hangi evin. Sokağın içindeki onlarcasından hangisinin? Gel bakalım oğlum. Belki yakınlarda bir bilen vardır.”

İçine aldı beni o sıcacık avuçlarının. Çiçek kokulu kıza bağırıyordum şimdi de.

“Hey içime bak. O iğrenç plastik kılıfın içinde hangi evin olduğum yazıyor. Selim’i ara hemen. Lülü’yü sor. Kediler n’oldu bakın hemen. Çiçekler. Ah ah oyun. En çok da oyun. Arayın rejisörü. Başka oyun koymasın sahneye. Lülü kaç gece uykusuz kaldı onun için. Kaç gece. Heyyyy duyuyor musun beni. Sana diyorum.” 

Beni duymuyor, karşı kaldırımdan apartmanların yüzlerine baka baka yavaşça yürüyordu. Bana göre günler, haftalar hatta aylar geçmişti. Çiçek kokulu kız beni bulana kadar çürümüştüm.

Son apartman da bitmiş yeniden yolun karşı tarafına geçmişti. Bu kez sol yandakileri süzerken pencere önündeki Jemma’yı gördüm aniden. Bağırdım yine olanca gücümle.

“Ona seslen. Hey sen çiçek kokulu kız, ona seslen.”

“Merhaba” dedi birden. İşte oldu, beni duydu. Başardım sonunda biliyordum. O masanın üzerinde dururken Lülü’ye “Selim’i ara” diye seslendiğim gibi. Koşar adım ulaştı bir çırpıda. Sırık ama yufkadır yüreği. Gözyaşları içinde kaldırdı hastaneye en sevdiğini. Buruşuk ellerini, kocaman elleri arasında dakikalarca sakladı; yoğun bakıma giden koridorun iç yakan soğukluğunda. “İyi olacaksın. Kavuşacağız yine” diye fısıldadı usulca.

“Merhaba. Buyurun kime bakmıştınız?”

“Şey rahatsız ediyorum ama köpeğim yerde bir anahtar buldu. Önemlidir diye sormak istedim. Bilginiz var mı acaba?”

“Anahtar. Anahtar.”

“Hadi ama Jemma sen dünyalar güzelisin. Kızdın diye unuttun numarası yapma. Ben, Selim, Lülü! Hadi hatırla.”

“Ah tabii ya. Selim Bey’in anahtarı. Yani Lülü’nün. Ay Lükhan Hanım’ın. Verin dilerseniz. Ben iletirim kendisine.”

“İzniniz olursa şansımı deneyip ben teslim etmek isterim. Hangi apartman ve daire kendilerinin?”

“Karşı köşedeki” diye eliyle işaret etti Jemma. Biraz da bozulmuş gibiydi. Bu gençler ne kadar da başlarına buyruklar. Yani tanımadığın birine ne diye “Merhaba” der, bir de evine gitmek istersin!

Miço önde, çiçek kokulu kız arkada, Nergis Apartmanı No: 5’teki Lükhan Candanoğlu’nun ziline uzun uzun bastılar. Açılmasından umudu kestikleri anda, hayli yorgun bir erkek sesi “Kim o” diye usulca ünledi.

“Nisa ben. Elimde size ait bir şey var. Yani ben öyle sanıyorum. Kapıyı açarsanız yukarı bırakmak isterim.” diye yanıtladı olanca neşesiyle, adı da kendi gibi çiçek kokulu kız.

“Beşinci kata çıkın lütfen.”

Kapı açıldı. İlk kez Cihangir’in ara sokaklarında eski bir apartmandan içeri girivermişti Nisa. Kattaki ufak pencerelerden kış güneşi süzülüyordu. Yuvarlak ferforje tırabzanlı merdivenlerden tırmandılar. Hocası “Rol senin” dediğindeki yürek çarpıntısının benzerini hissediyordu şimdi. Lükhan Hanım, yorgun erkek sesi, Nergis Apartmanı No: 5. Her biri ayrı ayrı onu rolüne hazırlamak için sıraya girmiş gibiydiler.  Bense en çok Lülü’mü merak ediyordum.

“Merhaba Nisa ben” diye yineledi; karşısında boylu boyunca duran yorgun gözlerin içine ışıl ışıl bakarak.

“Selim ben de. Buyurun” dedi yorgun ses.

Çiçek kokulu kız salyalı dili dışarıda, kuyruğu durmaksızın sallananı işaret ederek “Köpeğim Miço size ait bir şey buldu. Sanırım düşürmüş olmalısınız” dedi ve beni uzatıverdi.

Selim avucunun içinde, son nefesindeki Lülü’nün elleriymişim gibi, beni sıkıca sarmaladı ve öylece yere çöktü kaldı…

Not: yazı çizi atölyesi öykülerinden. Neriman Ekinci’nin diğer öyküleri için tıklayın.

Yorumlar akışı .

5 Yorumlar



Leave a Reply to Esen Soydan can

yazı çizi  
Facebook Twitter More...