Ayın halleri | Yahya Salim
Yazan Kategori atölyedenDedektifler kapımı çaldıklarında, güneş batalı çok olmuş, yeni ay ufuk çizgisinden görünmüştü.
Genç bir kadın ve kafası karışık genç bir adam. Kadının giysileri çok daha erkekçe; döpiyes ve gömlek, düz tabanlı şık ayakkabılar. Pembe ipek bir şal dolamıştı boynuna, aplikten düşen ışığın altında pırıltılar geziniyor; ceketin lacivertiyle uyumlu.
Adamın giysileri üzerinden sarkıyor, bir çocuğunkiler gibi. Tarif etmeye değmez. Ayakkabılarının tozu, evimin ceviz parkelerinde leke bırakmış. Kapıdan salonun girişine doğru giderek belirsizleşen tozlu ayak izlerine takıldı gözüm.
“Sadece birkaç soru soracağız,” diyor kadın.
Zencefil çayı ikram ediyorum.
“Teşekkür ederiz, Bay Vilo, görev başında içmiyoruz.”
Konuşan kadın, ifadesi soğuk.
Adam teşekkür bile etmiyor. Mendeburun biri.
Hiç de mecbur olmadığınız halde, sırf nezaket olsun diye bir bardak çay ikram ettiğinizde şöyle bir şey işitmeyi beklersiniz: “Ah, evet, teşekkür ederim, hmm, tanımadığım bir koku, nedir bu?” Bunu bile söylemeyi beceremeyen insanlardan hiç hazzetmem.
“Geçen dolunayda nerede olduğunuzu hatırlıyor musunuz, Bay Vilo?”
“Dün nerede olduğumu hatırlıyorum, yarım ay vakti nerede olduğumu da. Ama geçen dolunaydan beri o kadar çok kitap okudum, o kadar çok film seyrettim ki, bana çok uzak bir hatıra gibi geliyor. Harikalar Diyarı’nda mıydım, yoksa kurt adamların ülkesinde mi, bilemiyorum.”
“Latifenin sırası değil, Bay Vilo, bu ciddi bir soruşturma ve söylediğiniz herşey aleyhinize delil olarak kullanılabilir.”
Adam söylüyor bunu. Filmlerden öğrenmiş besbelli. Kadın adama ters ters bakıyor. Münasebetsiz olduğunun o da farkında.
“Hatırlamıyorum gerçekten, latife yaptığımı gören olmamıştır bu güne dek. Takvime bakmalıyım.”
Saatli Marif Takvimine göz gezdiriyorum. Hiçbir yaprağını atmam.
“Hmm, evet, Doğu Ekspresi’yle şehre gelmiştim. Dolunay ufuk çizgisinde göründüğünde tren istasyonundaydım.”
“Bizim kayıtlarımız da bunu doğruluyor. Ama Doğu’da yaptıklarınıza dair ne söyleyebilirsiniz bize?”
Genç kadın söylemişti bunu. Biraz küstahça bir tavırla. Diğeri, kıskıvrak yakaladık seni dostum, der gibi bakıyor. Nereden dost oluyormuşuz, der gibi bakıyorum. Bakışlarını kaçırıyor.
“Doğu istasyonunda iki genç adam bulundu o gece, boyunlarında diş izleri vardı. Çok kan kaybetmişlerdi, bundan haberiniz var mı?”
“Hatırlar gibi oldum, ama gazetede mi okumuştum, yoksa Lüzumsuz Şadiye mi anlatmıştı, işte bunu hatırlayamıyorum. Şadiye’yi tanır mısınız? Zevzek bir insandır kendisi. Bense önemsiz bilgileri tutmam hafızamda. İki genç adamın bir tren istasyonunda ölü bulunmasının çarpıcı bir haber olmadığını siz de takdir edersiniz. Her yerde, farklı şekillerde ölüyorlar her gün. Bir genç adamın cesedinin iki tren istasyonunda bulunması ilginç olurdu lakin; memleketimiz bu konuda eksik biraz.”
“Konuyu dağıtmayın lütfen.”
“Boyunlarındaki diş izlerine gelince, gazetelerin üçüncü sayfa editörlerinin ucuz bir numarası olabilir pekâlâ, diye düşünmüş olmalıyım. Ah, işiniz gereği bu tür gazeteleri sık sık okuyor olmalısınız.”
Hmm, maktullerin boynundaki dişizlerinden ilk bahs eden ben miydim gerçekten? Tufaya mı gelmiştim yoksa?
“Akıllıca bir cevap,” dedi adam. Kadının tepesi atmıştı besbelli. Benim de.
İsimlerini sormamıştım. Kayda değer olmayan bir ayrıntı. Ne kadar çok lüzumsuz, ehemmiyetsiz, karaktersiz, beş para etmez insanın ismini aklımızda tutmak zorundayız. Neden bu tür insanlara isim vermeye zahmet ederler ki? Sanırım yersiz olur sormak; yakışıksız kaçacağından değil, sorunun muhatabı olmadıklarından. Bu tür teferruat konusunda dikkatliyimdir.
“Güneye gittiğiniz geceyi hatırlıyor musunuz?” diye soruyor kadın.
“Yine dolunaydı. Tren istasyonunda başka bir genç adam bulundu o gece. Boynunda diş izleri…” Sözünü bitirince kendince anlamlı anlamlı baktı sarsak olan. Kapıdan çıkar çıkmaz kavga edecekler.
“Hatırlıyorum elbette, gazeteler yazmıştı. Haberi bulabilsem size ayrıntılarını anlatırım, ama gazetelerden haber kesip saklama adetim yoktur.”
Doğruydu bir bakıma söylediğim. Birinci Cihan Harbinden evvel terk etmiştim bu huyumu.
Kadının söz ettiği genç adamı hatırlar gibi oldum. İnsan bazen gördüğü bir fotoğrafı hafızasında arayıp bulunca, kanlı canlı olarak da gördüğünü sanıyor. Aynı isim tekrar hatırlatılınca, bu kez onunla konuştuğunuzu, sigarasını yaktığınızı, ceketi veya saçları hakkında sözüm ona bir iltifatta bulunduğunuzu, ismini sorduğunuzu, ayın halleri hakkında konuştuğunuzu hatırlayabilirsiniz. Hatta kanının kokusunu…
Boş konuşmalar, laf olsun diye söylediklerimiz, kastetmeden söylediklerimiz… Hafızanın acayip işleyişi…
Rahat bırakmaya karar verdiklerinde epey geç bir saatti. Hadlerini bildirirdim elbet ama kadının hal ve hareketi takdire şayandı.
***
İnsanın ayağına dolanan haşarat gibi tekrar kapıma dayandıklarında dolunay vaktiydi. Kahvaltımı yapıyordum. Gümüşiğne çayı yapmıştım, gül yapraklarıyla tatlandırmıştım. Bu kez çay ikram etmedim. Nasıl da kokuyordu oysa.
“Uzatmadan konuya gireceğim Bay Vilo,” dedi kadın. “Her iki olay yerinde de bulunmanız tesadüf olamaz.”
“Yerinde bir tespit, bravo, ben neden düşünmedim bunu” diyecektim ki, herifin aklınca alaycı nazarını fark ettim. Üstünden dökülen giysileri, ucuz parfümü, ucuz bir sigara markasının vücudundan yükselene karışmış kokusu. Çok bilmiş, neyi bildiğinin bile farkında olmayan, herşey hakkında fikri olan ama hiçbir şey öğrenmeye zahmet etmeyen lüzumsuz bir mevcudiyet.
“Köşeye sıkıştınız şimdi” dedi.
Artık sinirlenmeye başlamıştım haliyle.
Yerden güç alıp bir hamlede üstüne atladım, boynundan ısırdım.
Neye uğradığını anlamadı herif.
Gerçekten ısırdım mı, yoksa ısırdığımı tahayyül ettiğim anın hatırası mı, bilemiyorum. O kadar da mühim değil zaten.
Dehşete kapılmış bir suratla bakınan kadına – bu haliyle de güzel görünüyordu, başka koşullarda arkadaş olabilirdik – döndüm:
“Ne dediğinizi anlıyorum, fakat olay yerinde olmam kendi başına bir delil teşkil etmez. Bunu siz de takdir edersiniz sanırım. Başka sorunuz yoksa, Kuzey trenine yetişmem lazım.”
Not: yazı çizi atölyesi öykülerinden. Yahya Salim’in diğer öyküleri için tıklayın.