Bohçadaki Gün / Nebilay Erdoğan
Yazan Kategori atölyedenSaatlerdir okuduğu kitaptan başını kaldırarak pencereye doğru kararsız bir ifadeyle baktı: “Bugün hava yine çok sıcak. En iyisi evde kalmak” diye geçirdi aklından. Geçen günkü baygınlık halini yeniden yaşamaktan korkuyordu. Öte yandan şu dört duvar arasından bir an önce kurtulmak, kendisini doğanın kollarına bırakmak için dayanılmaz bir istek duyuyordu.
“Şapkamı takar, yanıma birkaç şişe su alırım” diyerek çevik bir hareketle oturduğu yerden kalktı. Birkaç dakika içinde kırmızı şapkası ve sırtında küçük çantasıyla kapının önüne kendisinden önce dikilmiş olan görüntüsünün ardından sokağa fırladı.
Aylardır Ankara’ya bir damla yağmur düşmemişti. Yapraklar, balkonlar, yollar toz toprak içindeydi. Bu ısrarlı kuraklık yetmiyormuş gibi, şehrin dört bir yanını örümcek gibi saran konut inşaatları, oturduğu semti de bir şantiyeye çevirmişti. Az ötedeki yeni açılan alışveriş merkezine yetişmeye çalışan arabalar yüzünden caddenin karşısına geçmek dakikalar alıyordu.
Beklemekten bunalmış zihninin derinliklerini yokladı. Güzel bir melodi, sıcağın dalga boylarına karışmış bir piyano veya denizlerden ılık bir esinti gibi esen yumuşak bir kadın sesi aradı. O an, dudaklarından Cahit Külebi’nin şu dizeleri döküldü. “Keşke Ankara’ya hep yağmur yağsa.” Serinlediğini hissetti.
Nihayet caddenin karşısına geçebilmişti. Ormanın giriş kapısında onu, ağaçların altında sere serpe uyuklayan köpekler karşıladı. Az sonra konaklayacağı tepeyi,bulutların gölgesinde serinlemekte olan gölü ve o gölü bütün güzelliğiyle kuşbakışı gören ağacını düşündü. Işınlanmış gibi, kendini bir anda sırtını o ağacın gövdesine dayamış, az ötede bulunan yaşlı çifti izlerken buldu.
Adam göle nazır kıldığı namazını bitirmiş seccadesini topluyordu. Kadın bir yandan adamı izliyor, diğer yandan çayını yudumluyordu. Adam, tabanlarına basık halde bıraktığı ayakkabılarını ayağına geçirdi. Aynı çeviklikle oturdukları yerin etrafını saran otları ve çiçek demetlerini var gücüyle yolmaya başladı. Öylesine bir şevkle asılmıştı ki kökleriyle birlikte topraktan koparılan otlar, hafif bir çığlık atarak demet demet yere yıkıldı.
Eylül, yaşlı adama kocaman açılmış gözleriyle ve büyük bir öfkeyle bakmış olmalı ki kadın kocasına,
“Bırak adam, bırak koparma ne zararı var otların sana” diye çıkışma gereği duydu.
“Görüntüyü kapatıyor hanım ya” dedi adam.
Eylül “İşte bunlar” diye geçirdi aklından. “Ormanlarımızı yakan, börtü böceğimize kastedenler bunlar. Sanki o otlar bu görüntünün bir parçası değil?” Karşıda alev alev yanan tepelere kaydırdı gözlerini. Bazen yaşadığı hayattan bohçalar yaptığını ve bu ağacın altında inzivaya çekildiği anlarda o bohçalarla karşı tepelere doğru yolculuğa çıktığını düşünürdü. İstediği yerde duraklar ve bohçadaki günleri özgürce ortalığa saçarak renklerine göre yeniden düzenlerdi. Oysa son yıllarda o tepelere ne kadar çok site yapılmıştı. Yürürken ayağa takılan taşlar gibi bakışları da bu site inşaatlarına takılıyor; sırtındaki bohçasını güvenle açacağı bir yer bulamıyordu.
Yaşlı teyzenin “Çay ister misin kızım?” sorusuyla kendine geldi.
“Efendim?”
“Çay diyorum, ister misin?
“Hayır, teşekkür ederim. Hava çok sıcak, çay içersem iyice bunalabilirim.”
“Buraya sıcak mı diyorsun kızım? Sen bir de Mersin’i gör.”
Eylül’ün içinde kadına karşı bir yakınlık uyanmıştı.
“Mersin’de mi oturuyorsunuz teyze?”
“Evet. Emekli olduktan sonra Ankara’dan ayrıldık. Buraya bazen çocuklarımızı ziyarete geliyoruz.”
“Ne kadar isabetli bir karar. Bu kurak, toz toprak içindeki şehirden kurtulmuşsunuz.”
O ana dek karısının yanında höpürdeterek çayını içen ve bakışlarını karşı tepelerden hiç ayırmayan adam, Eylül’den yana kaçamak bir bakış attı. Karısı konuşması için gerekli ortamı yaratmıştı.
“Şöyle güzel bir yer var da gelip dinleniyor insan” dedi.
Az önce kopardığı otların üzerine bacaklarını uzattı.
“Evet amca, burası çok güzel ama büyükşehir belediyesi bu araziye göz dikmiş. Neymiş efendim, halk giremiyormuş. Sen ve ben halk değil miyiz amca?”
“Elhamdülillah kızım, hepimiz halkız. Yapamaz canım. Bu arazi ODTÜ’nün. ODTÜ’yü bütün devletler birleşerek kurdu. Buraya bir şeycikler olmaz.”
“Türk’e bir şey olmaz” diye söze karıştı kadın.
“Ama teyze, neden olmasın, bu ormanlar kesilirse, göl kurursa, sağlıklı bir çev…”
“Yok kızım yok, evelallah Türk’e hiçbir şey olmaz.”
“Ama teyze…”
Adam elleriyle siper ettiği kısık gözlerini karşı tepelerde, Eymir Gölü’nde ve daha uzaklardaki Mogan Gölü’nde dolaştırdı. Karısına dönerek “Buradan manzara çok güzel görünüyor. Düşünsene burada bir evin olduğunu hanım” dedi.
Kelimeler bir bir boğazına dizilen Eylül’ün başı zonklamaya başlamıştı. Etraf bulanıktı. Yoksa o baygınlık hissi geri mi gelmişti? Adamın işaret ettiği yerlere doğru başını çevirdi. Karşı tepelerde; güneşin tutuşturduğu tarlalarda alevler göğe yükseliyordu. Aşağıda ise göl hızla buharlaşıyor, küçülüyor ve tabanından toprağın çatlama sesi geliyordu. Aynı yere baktıklarından emin olamadı.
Endişeyle “Siz de gördünüz mü?” diye sordu, ama sesini duyan olmadı.
Yaşlı çift bu arada çekirdek çitlemeye başlamış, “harika” dedikleri manzaraya nazır ev üzerine koyu bir sohbete dalmışlardı.
Gaye’nin notu: yazı çizi atölyesi ürünlerinden.