Cevriye | Feyza Kaplan
Yazan Kategori atölyeden— Lan oğlum! Piştim, vallahi billahi piştim. Bu sıcak değil başka bir şey, donum bile üstüme yapıştı, diye hayıflanıyordu Osman, hayatında ilk defa giydiği parmak arası terliklerle yürümeye çalışırken.
— Sen pişmişsen, biz yanmışız Osman’ım, diye sırıta sırıta önden koşturuyordu Bünyamin.
Yaklaşan davul zurna sesleri vardıklarının habercisiydi.
O nasıl bir renk cümbüşü, ne hengâmeydi öyle. Bir ağaçtan diğerine uzanan sarı, mavi, kırmızı ışıklar, konfetiler, sağa sola koşturan bebeler, baldır bacak ortada dolanan karılar, göz gören yerde içki içen adamlar… Osman kapının önünde donakalmıştı. “Nerede bizim oranın haremlik selamlık, hacılı, sofulu düğünleri? Onlar düğünse bu ne ola ki?” diye düşünürken ensesine yediği şaplakla kendine geldi.
— Yürüsene oğlum ne dikiliyorsun?
Müzik ve kahkaha sesleri birbirine karışıyordu. Halayın bir ucu sağdan, diğer ucu soldan bahçeyi tavaf ediyordu. Kadınlar erkekler el ele tutuşmuş, gülüp coşuyorlardı. Kıyamet alametiydi hep bunlar. Derken Osman’ı kolundan yakalayıp iki tur da ona attırdılar sevabına. Masalarına geçtiklerinde ufaklığın biri geldi:
— Sarı mı, siyah mı ağabey?
— Beyaz, diyen Bünyamin çıkardı masanın altından zulayı. İçimiz yandı teyzem oğlu, az serinleyelim.
On yedi yaşındaydı Osman. Bu akraba düğünü vesilesiyle ilk kez çıkmıştı Erzurum’dan. Birkaç gün tatil yapıp Alanya’yı görecek sonra dönecekti. Lakin gördüklerine inanamıyordu.
Zuladaki “beyaz”ın adı kadar saf olmadığını anlayamayacak denli çok içmişti. Bünyamin’e döndü:
— Bu karıların kızların ağabeyleri, babaları yok mu teyzem oğlu? Herkes böyle ortada salınıyor.
Bünyamin tam olarak ne demek istediğini anlamasa da gevşek gevşek sırıttı:
— Sizin köydeki adam cinsinden bıyıklı karılara benzemez bunlar.
Sonra kolundan tuttu, sürüdü peşinden Osman’ı.
— Cevriye Sultan! Sana bahsettiğim teyzem oğlu, Erzurum’dan gelen, derken yine sırıtıyordu manasızca.
İçkinin etkisiyle mi bilinmez Bünyamin her zamankinden çirkin gelmişti Osman’ın gözüne. Kızıl saçları, çilli bir yüzü vardı. Sırf saçlarıyla uyumlu paslı dişlerini bir daha görmemek için espriye tövbe edebilirdi insan.
— Teyzem oğlu, bak da gözün kadın görsün.
Osman gözlerine inanamıyordu. Cevriye’nin bu kadar güzel olduğundan kimse bahsetmemişti.
İyi akşamlar bayan, diyebildi. Bayan anandır, dedi Cevriye. İlk bakışta fotokopisini çekmişti Osman’ın. Sadece gözlerine bakarken geniş omuzlarını, düzgün el ve ayaklarını hatta ciğerini görmüştü. Bünyamin’e döndü.
— Ben iki sallanıp geleceğim, siz arka kapıdan alırsınız beni.
Tamam abla, deyip yine çekiştirmeye başladı Osman’ı ama ne fayda. Mıh gibi çakılmıştı olduğu yere. Ne yeri göğü inleten davulun sesi geliyordu kulağına ne de Cevriye’den başka bir şey görüyordu gözleri.
Cevriye’nin kıvırdıkça sallanan kırmızı eteklerinin rüzgârı on metre öteden serinletmeye yetmişti günlerdir içi yanan Osman’ı. O nasıl bir beyaz tendi ki ay ışığı bile üzerinde kırılıyordu. Cevriye yılların tecrübesiyle izlendiğinin farkında, sadece sallanmıyor, kadınlığını da konuşturuyordu.
Dansını her bitirdiğinde alkış kıyamet kopar, kalçalarından çözdüğü eşarbını başına bağlar, çeker giderdi. Bu defa bir de misafiri vardı. Salına salına yürürken gözleriyle yolu gösterdi Osman’a.
Gidecekleri yere vardıklarında kocaman olmuş gözbebekleri, heyecandan titreyen sesi ile “Çok güzelsiniz Cevriye” diyebildi. Yalan da değildi, bahtı çirkindi ama kendi güzeller güzeliydi Cevriye’nin. Osman bu güzelliğe kapılmış oracıkta şiirler yazmıştı. “Müsaade edersen okumak isterim” deyip devam etti müsaade almadan:
— Kır bahçesi gözlerinin içinden, allı morlu çiçeklere dalıp
Ellerini ellerime alıp…
— Kes lan kes!. Piyes mi oynuyoruz burada. Bir saat 200 TL. Muamele ekstra. Ver paramı, az da çabuk ol. Daha kaleye yetişeceğim, programım var!
Not: yazı çizi atölyesi öykülerinden.