Kaçınılmaz / Can Oluk
Yazan Kategori atölyedenEn az dört saattir yolda olmalıydım, saatimi almayı unutmuştum. Hava ılık, güneşli ve yürümeye elverişliydi. Sadece saatimi değil, her şeyimi almayı unutmuş gibiydim, taşıdığım fazla bir yük yoktu çantamda. Zaten beni bekleyenler inatla hiçbir şeye ihtiyacım olmadığını vurgulamışlardı. Gerekli olan her şey varmış orada. Sanırım çocukluğumdan beri oraya gitmek istiyorum, fakat bir türlü zaman bulamamıştım, sürekli ertelemek zorunda kalmıştım. Hayat, böyle uzun tatillere fırsat vermeyecek kadar yoğundu. Belki de cesaretim yoktu. Orası benim için tam bir bilinmezlik, nasıl yaşayacağımı kesinlikle bilmiyorum orada. Pek bilgi vermiyorlar, sadece beklediklerini söylüyorlardı, ama iki taraf da biliyordu ki bir gün onları ziyarete gelecektim.
Gitme kararını nasıl aldığımı hiç mi hiç hatırlamıyorum. Sanki bir rüzgâr esiyordu pencereden, camdan aşağı bakıyordum. Ayaklarım hiç olamadığı kadar büyüktü bu açıdan. Böyle bir açıdan bakmamalıydım galiba, nasıl kendi ayaklarımı görebilirim pencerenin kenarından aşağı bakarken? Rüzgâr hiç olmadığı kadar güçlüydü, başta sadece perdeleri savurmakla kalmıyor, binaları da savuruyordu. Daha sonra yukarıya doğru esmeye başladı, güçlenerek beni havaya fırlatmak istiyordu sanki. Bu kadar rüzgârın ortasında her şey olduğundan farklı görünüyor, yaşamla ilgili bütün hayallerimi alıp götürüyordu rüzgâr, fakat sonra kendimi amaçsız hissettiğimde bir kaybolma yaşamış olmalıyım, çünkü o andan sonra kendimi bulduğum yer tam da burasıydı, bir rüya misali.
İzlediğim patikanın çevresi, insanın özel bir iklimde yolculuk yaptığı hissine kapılmasını önlüyordu. Ağaçlar ne tek tük olup yalnızlıklarıyla insanın neşesini kaçırıyor ne de ormanlar şeklinde yalnız kişinin nefesini kesiyordu. Çimlerin sıklığı bile sanki bu altın oranlara göre düzenlenmiş, net bir şey söyleyecek kadar zihinde derin bir iz bırakmıyordu. Eğer hatırlayacağım tek şey olsaydı muhtemelen buradaki tek sürekli şey olan patikam olurdu. Yürürken âdettendir diye şarkı mırıldanıyordum, biraz önce oraya özellikle konmuş gibi bulduğum uzun dalı da baston gibi kullanarak kendimi tam bir yolcuya dönüştürüyordum. Sanki hayallerimde yaşıyordum o anda, gördüklerimi ben dışarıdan şekillendiriyordu âdeta. Kendi evrenim sandığım bu dünyanın beni kandırmaya çalıştığına dair bir izlenim edindim aniden, bir çember çiziyordu patika, sanki buradan geçtiğimi hatırlıyordum. Ardından hemen yolculuk, yolcunun inancını tazeledi ve yeni bir patika buldum, benimkinden daha silik bir patikaydı, çok kullanılmamıştı belli ki. Burası bir durak olmalı o zaman, bir ev görebiliyordum ağaçların arasından. Ev yıllardır kullanılmıyor gibiydi, eşyaların düzeni ise onların her an kullanılacakmış gibi görünmesine neden oluyordu. Bu düşünce de insanı rahatsız ediyordu. Hatta oraya yaklaşmaya korkmama rağmen oraya yaklaşacağımı biliyordum. Her adımdan sonra yolculuğumdan sapıp farklı bir yere geldiğimi hissediyordum, ev sanki bütün bu ekosistemin kara deliğiydi. Belki de sınır karakoluydu burası, yolculuğu bitirmeden uğramam gereken, kontrollerin yapıldığı bir yer, fakat yaklaştıkça anladım ki burası resmilikten uzaktı, aksine aceleye duyulan bir nefret vardı sanki. Her şey yavaş, zaman sınırsız, güneş batmaz bir şeydi. Takırtılar gelmeye başlayınca korkum bir ivme kazanmadı, beklediğim bir şeydi bu. Yanıldığım şey ise çocukla karşılaşınca belli oldu. Yaşlı bir adam daha uygun olmaz mıydı, ama gördüğüm sahne tam tersiydi, çocuk yedi yaşında falan olmalıydı, ama bakışları, hareketleri aşırı özgüven dolu ve sakindi. Hareketsizlik doğal olmayan bir şekilde yansıtılınca bir adım geri çekildim. Çocuk, sandalyeye ellerinin yardımıyla oturmayı başarınca bacaklarının yere değmediğini fark ettim. Boşlukta kalan o kısa bacaklar, sırayla bir geriye bir öne doğru gidip gelmiyor, onun yerine kaskatı duruyordu. Sesi kulaklarım değil zihnim duydu sanki, parmağıyla boş sandalyeyi işaret ederek bana “Oturmaz mısın” dedi.
Gaye’nin notu: Bu öykü, Aslı Levent Janat’ın çektiği yukarıdaki fotoğraftan esinlenilerek yazıldı.