Poyraz | Yahya Salim
Yazan Kategori atölyedenYengeçlerin dans ettiği kumsaldan içerilere, büklüğe, balıkçılların yuvalandığı deltanın kucağına doğru uzandığımızda, kuytuda solgun bir ateşin etrafında yorgun bedenlerin toplandığını görüyoruz. Yıpranmış giysileri, uzak yollara tanıklık eden rutubetli kokuları, karanlıktan saklanamıyor.
Karanlık çökünce bu bedenler, erguvan, zakkum ve kokarçalıların ardına saklanmış derme çatma barınaklarından çıkarak ateşin etrafında toplaşmış sohbet ediyorlar. Bir adam ateşi besliyor; büyük bir ciddiyet ve titizlikle yerine getirilmesi gereken bir vazife bu: Ateş birbirlerinin suretini ayırt etmelerine yardımcı olmalı ama uzaklardan fark edilmemeli.
Kumsaldan topladıkları çalı çırpıyla besledikleri ateş, çevresini ısıtmıyor. Üzerindeki çaydanlığa atılmış çay yaprakları kırmızı özünü kekremsi bir rayihayla suya salıyor. Aysız gecede karanlığı tahammül edilecek kadar yarıyor ateş ve çevresindekilere hâlâ insanların arasında olma hissiyatını bulaştırıyor.
Yarın poyraz olacak, diyor bir ses. Yerlilerden işittim, poyrazdan korkmak lazım diyorlar.
Allah’ın rüzgarından ne diye korkalım kuzum, diyor yaşlı bir ses. Rüzgarsız deniz mi olur?
Yok baba, yanlışın var. Ne demiş evliya, ipini sağlam kazığa bağla, ondan sonra Allah’a tevekkül et.
Ateşten uzakta oturan bir grup kadınının arasından ses veriyor Naima: Kurban olayım, ihtiyarı var, sübyanı var, başımıza geleceği bir bilen yok mu?
Suskunluk.
Başka bir kadın sesi: Çoluk çocuğumuzun yüzü suyu hürmetine, bilen birisi yoksa yola çıkmayalım daha iyi.
Ateşi besleyenin yüzünden hakarete uğramış gibi bir iz geçiyor. Bedenlere sertçe dokunan bir sessizlik karanlığın kör noktalarına kadar yayılıyor. Adam sesin geldiği yere doğru sert bir bakış fırlatıyor, yere tükürüyor.
Sesin geldiği noktaya yöneliyor bakışlar. Bir grup kadın kendi aralarında fısıltıyla konuşuyor, ateşin merkezindeki konuşmaya müdahale eden kadını yatıştırmaya çalışıyorlar. Naima’nın kucağına kafasını yatırmış uyuyan bir kız çocuğunu fark ediyoruz. Kollarının arasında yıpranmış, rengi seçilmeyen oyuncak ayı var. Naima’nın kocası ateşi besleyen adamın yanında gözlerini yere dikmiş, susuyor.
Naima, bir geleceğimiz varmış gibi yaşadık bunca zamandır, çocuklarımız için karanlık, havasız atölyelerde beş kuruşa çalıştık, diyor yanındaki kadına bakarak. Çocuklarımızın rızkı için yerlilerin ağız kokusunu çektik, iliğimize kadar sömürdüler, bir paket pirinç için minnetimizin hesabını sordular.
Başörtüsünü düzelten diğeri atılıyor, söyleyecek çok şeyi olmalı.
Vişne topladık haftalarca. Bahçenin sahibi hacıydı, hiç olmazsa Müslüman, inayetine itimat ettik. Bizim kızı almak istedi; daha çocuk, yaşından utan dedim. Bir aylık rızkımızı gasp etti. Jandarmayı çağırdı, canımızı zor kurtardık.
Yüzü karanlıkta olan genç kadın konuşacak oluyor. Deyyus, diyor, dişlerinin arasından, kimden söz ettiği belli değil. Bîşerefin…, diyor, susuyor.
Vişne bahçesinde çalışan kadın atılıyor. Bunlar geride kaldı bacım, gam kedere saplanarak, kötü hatıraları deşerek yaşanmaz. Denizin ötesinde insaniyet var, çalıştığının karşılığını alırsın, çocuklar okula gider, yaşlandığımızda bize bakarlar.
İnşallah, diyen sesler işitiliyor.
Denizi aşabilirsek elbet, diyor Naima.
Denemekten başka çare mi var diyor, diğeri. Neleri atlattık, bunu da atlatırız.
Çevresindeki kadınlar kafalarını sallıyor, genç bir kızın içini çekerek ağladığı işitiliyor.
***
Saatler geçmiş olmalı. Bulutların arasından sıyrılan yarım ay, büklükteki erguvan dallarına, zakkumların pembe çiçeklerine, sonra büzüşerek uzanan kadınların yüzüne düşürüyor ışığını. Uyku arasında sivrisinekleri kovalayan ellerinin parmaklarını seçiyoruz. Naima’nın doğrulduğunu görüyoruz. Kızının saçlarını düzeltiyor, suratını okşuyor. Battaniyeleri plastik torbanın içine yerleştiriyor. Kız çocuğu, etrafına mahmur gözlerle bakıyor, nerede olduğunu çıkarmaya çabalıyor.
Naima kalkıyor, kızı da ardından. Sakıngan adımlarla anayola doğru yürümeye başladığını görüyoruz. Kızının elini sıkıca tutuyor.
Anayolun karşısındaki tepeliğe yayılmış köy evlerini seyrediyor, Naima. Sarı sokak lambalarının aydınlattığı evlerin pencereleri, ayvanları, bahçelerindeki zeytinler, dutlar belli belirsiz görünüyor. Kız çocuğu titriyor, ayısını göğsüne bastırıyor. Naima sırtını sıvazlıyor sıcacık. Dönemeçten bir otomobil yaklaşıyor. Naima elini kaldırıyor. Otomobil hızla geçiyor. Otomobilin arkasında bir çocuğun kafasını pencereye dayadığını seçiyoruz.
***
Gözlerimizin önünde sahil beliriyor yine. Kaçakçılardan satın alınan botlar her şafak vakti olduğu gibi sahili terk etmiş çoktan. Kumsal, lodosun gazabına uğramışçasına sükûnete bürünmüş. Zeytin, erguvan, sıtma ağaçlarından kopan dallar kumsala savrulmuş. Kum zambakları yere serilmiş.
Bakışımız kumsalın girişinden sahile doğru yaklaşmakta olan tekerlekli sandalyede oturan esmer genç adama yöneliyor. Adı Mahmoud. Sonra onu zorlukla iten, belli ki başka bir memleketin çocuğu olan diğer genç adamın çehresi beliriyor. O da esmer, gözleri hafif çekik. Mahmoud, ona Mohsen diye sesleniyor. Yirmi yaşında yok; bedeni, arkasında bırakmayı arzuladığı memleketin inşaatlarında kırılmış belli ki. Uzun ve zahmetli yolculuğun sonunda kumsalla dalgaların arasında hat çizen çakıl taşlarına varıyorlar nihayet.
Şafak vakti rüzgârın hiddetiyle çırpınan, kumlara atılan, çarpan, gönülsüzce geri çekilen dalgaların taşıdığı dal ve plastik poşetlerin arasında uzanan oyuncak ayıyı görüyorlar. Mahmoud, eğiliyor ve deniz suyuyla ağırlaşmış oyuncağı yerden kaldırıyor.
Arkadaşına, çok mahcubum sana, çok da minnettar. İstersen beni bırak burada, kendine barınak bul güneş basmadan, diyor.
Hangi dilde anlaşıyorlar?
Olmaz öyle şey, diyor diğeri, bu deniz bana yaşama şansı verirse sana da verir. Neyin eksik ki, hepimiz umutla duruyoruz ayakta.
Mahmoud’un yüzünden bir gölge geçiyor. Allah senden razı olsun Mohsen, kafanın içine girip ne düşündüğünü, zor yolculuğunda bir sakatı neden yüklendiğini anlamayı çok isterdim.
Mohsen düşünüyor. Çehresi aydınlanıyor. Murad, diyor. Sonra kararıyor bakışı. Kardeşimin adı Murad’dı. Yaşıyor mu bilmiyorum. Köyden kaçtığımızda sırtımda taşıdım. Dağları aşarken yanımızda değildi. Nereye kadar bizimleydi, ne zaman bıraktık onu geride, bilmiyorum. İslam Kale hududunda beklerken yanımızda yoktu, onu hatırlıyorum bir, ağladığımı. Anama sormuş olmalıyım, ama bilmiyorum Murad’a ne olduğunu…
Mahmoud susuyor. Söyleyecek sözü yok.
Tekerlekli sandalyeyi büklüğe doğru itmeye başlıyor Mohsen. Mahmoud’un gözleri oyuncak ayıda.
Not: yazı çizi atölyesi öykülerinden.