Prandium | Karin Saka
Yazan Kategori atölyedenEfendi’nin özenle yaptırdığı güzel odada, yemek yediği tek bir öğün vardı. Taşların aralarındaki biçimsiz boşluktan içeri sızan uykulu güneş, her yeri daha parlak ve canlı gösterdiği zaman. Ondan öncekilerin umursamadığı bir fazlalıktı aslında burası. Eski Efendiler için haz ve huzur, kayanın altında ezilmişti. Onlar, güzelliğe kör gözlerle bakmış bilgelerdi.
Şimdi ise bir düzine yaşı ermemiş çocuk, yeni Efendi ve kendini bildi bileli burada olan Genç, birlikte yaşıyordu. Uçurumun kenarında, kargaşadan uzak, kayadan bir evde. Her yeni Efendi hakkında yayılan dedikodular olurdu. Onunki ise birlikte yaşadığı çocukları hazırlayıp, yanlarına şifalı bitkiler iliştirdikten sonra mideye indirdiğiydi. Oysa en büyükleri olan Genç, bütün bu hain suçlamaların yanlış olduğunun kanıtıydı. Efendisi’nin sabah keyfine asla et katmazdı. Tilki gibi uzun kulakları çocukların adımlarını duyabiliyor, kahverengi benekli burnu leziz kokularını içine çekebiliyor olsa da bu, Genç’in yapabileceği türden bir canilik değildi. O, kayadaki herkesi korumak için buradaydı. Her Efendi’nin doğumu ile birlikte 1.000 yıllık kesik uykusu yine bölünecek, fakat kutsal ve vahşi ruhunun görevi değişmeyecekti.
Eskiden, yüksekten, çok yüksekten uçan kan kızılı kuşlar, günün aydınlandığını müjdelerken çok da parıldamazdı tabaklar. Zaman, eve minik ayaklar getirdikçe ve masanın üstüne koyulanlar arttıkça ses, coşku, curcuna kalıcı bir misafir olmuştu. Yepyeni canlar doluşmuştu Efendi’nin dört bir yanına. Tilki ruhu taşıyan Genç, buna anlam verememişti. Her zaman boş olmuştu bu koca kaya. Diğer Efendilerin bilge çalışmalarından başka hiçbir ışık görmemişti. Şimdi ise günün ilk ve masum yemeği yüreğini ısıtıyordu. Getirdiği meyveler ışıldıyordu, elmaslar gibi. Saf sevgiydi bunu yapan. Birkaç çeşit yemişin yanında insanın sabah güneşiyle birlikte tadabileceği en güzel şey.
Daha uzun yeni bir masa, odanın ortasına kurulmuştu. Öncekinden kat kat güzeldi, kenarları yontulmamıştı. Yapıldığı ağacın üzerindeki ince çizgiler dokununca hissedilebiliyordu. Önemli olan masanın etrafında oturmuş olmaları ya da yemeğin bolluğu değildi. Uykunun şekerli kollarından ayrıldıkları gibi ilk önce birbirlerini görmeleriydi. Her yeni günün başlangıcında yemeği aynı masada yemeleri; kanları birbirinden ayrı akan çocukları ve Efendi’yi birleştiren, bir olmalarını sağlayan işte buydu. Taze toplanmış nanelerin, kuşburnunun ve papatyanın kokusu en iyi o zaman alınırdı. Fakat bazı günler masalarına sadece kurutulmuş tatlı biber ya da iki üç parça böğürtlen gelirdi. Yine de cümbüş bozulmaz, yemek odası sessizliğe bürünmezdi. Küçüklerin gülücüklerinden mahrum kalmazdı. Genç, tabakların hepsini taşıyamadığı zaman kuyruğunu ve kafasını da kullanırdı. Bu, onları öyle neşelendirirdi ki, o odadan çıkana kadar kimse başka tarafa bakamaz hale gelirdi.
Bazen Efendi gözlerini kapatır, iskemlelerinde kıpır kıpır eden çocuk kalplerini dinlerdi. Her birinin isteği farklı olurdu. Sabahın köründe bir tas dolusu ısırgan çorbası ya da şekerleme… Bu kutsal saatte onları dinlerdi ve yerdi sadece. Buna inanırdı, beş duyunun da aktif olduğu, İnsanların ortak hislerini gördüğü mükemmel an’a.
Genç, artıkların altlarından göründüğü gümüşi tabakları topladıktan sonra ıhlamur yapraklarını yakar, odanın iki başköşesine koyardı. Saf duman odayı süpürüp uçuruma doğru yükselirken bu kareye yeni eklenen, sevinçli bağrışmalardı. Çocuklarla öğlen ya da akşam yemezdi. Ama o masanın başına günde sadece bir kez oturması bile herkesi birbirine bağlardı. Bu ince bağ çok dikkatli gözlere özeldi. Yalnız kayanın içinde yaşayanlara, masaya, koruyucu ruhları Genç ve Efendi’ye değen ufacık bir parıltı gibiydi.
Zamanla, değişim yolunda şekillenen kayanın her yerinde farklı türden otlar yeşermeye başlamıştı. Genç’in uyanmasının sebebi olan Efendi, kendinden öncekiler gibi günün birinde bu kayaya bir işaret bırakacaktı. Zekâyı ve geleceği temsil etmeyecekti belki ama narin hislerden oluşacaktı. Belki de ağız sulandıran kokulardan, gülüşlerden, güneşin aydınlattığı gümüşi tabakların görüntüsünden.
Her gün tek bir yemek, basit bir toplanma. Günün en ağır olduğu zamanda. Aşağıdaki umutsuz dünyaya gereken tek şey belki de bir masa ve sevgiydi.
Not: yazı çizi atölyesi öykülerinden.