Renkperest geçişler | Pelinsu
Yazan Kategori atölyedenOn çocuklu Zahide Kadın’ın yedinci harikasıydım ben. Adımı Nefise koymuşlardı. Bozkırın sarı topraklarında, köyün E5 yol şeridiyle sınırlı bir rüyaya ekilmişti ömrüm. Kaderleri yolun ötesine geçebilmekle değişen insanlarımla serpildim. Çorak topraklardaki cahil uğultulardan sıkılıp kafamı kaldırdığımda tanıştım mavilerimle. Cümbüşü sadece ablalarının bayramlık fistanlarında gören bir çocuğun, hayallerinin gök rengi olması pek de şaşırtıcı değildi. Mavi olmak istediğimde rüyasını gördüm hiç gitmediğim denizlerin. Bilmesem de yüzmeyi, dalgalara savaş açmayı, anneden kıza geçen yazgıları değiştirmeyi istedim. Ne yazık ki bana yol açamayacak kadar fakirdi ailem. Anadolu kadar unutulmuş; kendi devrimini yapamayacak kadar cahildi.
Kitapların sihirli kapısını, kurak köyümüzün medarıiftiharı olan ağacın altında araladım. Ablalarım el kızlarının ev işleriyle rekabet ederken, benim iğde kokan kocaman bir dünyam olmuştu. Genç kızlığa adım attığım yıllarda, körpe bedenime sığdıramadığım inatçı bir cankuş uçmaya başladı içimde. Okudukça diğer hayatlarla tanışıyor, öğrendikçe kafası karışıyordu. Karıştıkça sonsuzluğa uçmak istiyor; başını göğüs kafesime çarpıp duruyordu. Susmuyor; durmuyor; ait olmadığı topraklarda gezinip hüküm süreceği hayatı kendi seçmek istiyordu. Bu coşku, damarlarımı baskılayıp nabzımı yavaşlattığında başladı ilk hayal kırıklığım. Gözlerimdeki siyahlardan kurtulduğumda, bir hastane odasında uyandım. Takayasu teşhisi koydular kuşuma. İç Anadolu’nun bozkırlarında gezerken kalbime konan bu esmer Japon kuşuyla geçmiştim sınırı. Birlikte başkent semalarında uçtuk bir süre. Yazgım değişmiş yolum açılmıştı. Kırık düşlerimi sevmeyi de o zaman öğrendim.
Üniversite yıllarım çok çetin geçti. Herkese, her şeye karşı durmak geliyordu içimden. Ailemin inandıklarına kanmayacak kadar büyümüş olsam da, onları incitmeyecek kadar naifti karakterim. Fakir yer soframızda toplaşıp tek bir kaptan yemek yerken, kahkahalarımız siyasi kavgalara karışırdı. İnatçıydım, sözümü sakınmazdım; kendimden başka da kimseye tutulmazdım. Demokrat bir çiftçi olan babamın siyasi fanatizmine karşı geldiğim gece, bambaşka bir hayal, sıcacık bir ekmek gibi çıktı yüreğimdeki fırından. Yörük Süleyman, yaşamı boyunca inandıklarını bir paragrafta silen kızına elini kaldırmıştı. Tokadını suratım yerine kerpiç duvara saplarken, ruhumda kocaman kanlı bir iz bırakmıştı. Bu izle, karşı duramayacağım tek bir varlık olduğu gerçekliğiyle yani kırmızıyla tanıştım. Kırmızı yanaklı bir kız çocuğu oldu rüyalarım. On dokuz yaşındaydım anne olmak istediğimde ve hayatımın kalan kısmını, bu gayeyi gerçekleştirmek için, gençlik hayallerimi felsefem yaparak yaşadım. Gençlik yıllarımdan miras kalp hastalığımın üstüne, göğüslerimden vazgeçmek zorunda kalacağım lanet bir tümörün vücudumu sardığını bilmeden hayal ettim.
Öğretmen çıktığımda, dünyanın tüm çocukları benim oldu. Ama yetmedi. Bedenim yaprak yaprak sarı tümörler dökse de, benim çocuğumun koşturduğu bahçelere hiç sonbahar gelmedi. Süt verecek göğüslerim olmadığını bile bile, kırmızı hayallerimin peşinden bembeyaz bir gelinlik giydim. Gelinliğimi valizime koyup yol arkadaşımın omzunda, maviliklere doğru yola çıktığımızda cankuş yorgundu. Umursamadım. Sonbaharın eşsiz güzellikleriyle kalan ömrümü geçirmeyi seçtiğim şehri gezdirdim ona. Denizin kokusunu içime çekerken burada kuracağımız hayatı fısıldadım. Akşam olup eve vardığımızda gücü tükenmişti. Gözlerimize uyku çökerken rengini bilmediğimiz rüyalara daldık. Gecenin tam yarısıydı, ekimin tam ortası, seksenli yılların ilk yarısı. Kırmızımdan vazgeçtim, maviliklere daldım, beyazlarda kayboldum.
Gaye’nin notu: yazı çizi atölyesi ürünlerinden.