Saklambaç | Sezgi Aytekin
Yazan Kategori atölyedenKadehin içine sığdırdıklarım; şarap, şehir ve sonsuz bulutlar…
Şehirde; sen, ben ve diğerleri…
Şarap ben-im; şarabın içinde benim sığdırdıklarım…
Belki oyun oynuyorumdur.
Ya da belki benimle oyun oynamışlardır. O yüzden buradayımdır. Yani suçum ne onu bile tam anlamış değilken, burada var olmama nasıl bir anlam katabilirim! Üniversitede hoca ol, yetmesin, bir sürü akademik yayın çıkar, geldiğin noktada “düşünce suçundan” içerde ol. Ne o! “Evrimi savunuyormuş-muşum”. Savunurum tabii. Siz neden reddediyorsanız! Daha kolay geliyor, düşünmeyen beyinleri yaratmak! Siz ne derseniz o oluyor, kimse kendini yormuyor, cehalet almış başını gidiyor… Bıktım sizden de, sisteminizden de.
“Haydi Şevket topla kafanı, her gün aynı şeyleri düşünmekten yorulmadın mı?” Kafa sesim bile benden akıllı, daha çok düşünür beni…
Bir parça huzur verirlerse, şurada sükût içinde kafamı dinleyeceğim.
Kadeh diyordum; belki filtreliyordur yaşananları. Şeffaf bir cam parçasının ardından, yıkık döküklük arasında çıplak gözle baksan göremeyeceğin detayları yumuşatıyordur… O yüzden filtreler iyidir, bakış açısını değiştirir. Benim yapmaya çalıştığım tam da bu değil mi! Kafamı sağlam tutabilmek için bakış açımı oyunlarla değiştirmeye uğraşıyorum. Ne zaman başladım hayatı böyle algılamaya bilmiyorum, ama kendimi bildim bileli böyleyim. Pollyanacılık oynar gibi. Fark şu ki, biz bunu, kendi kendimize oynayarak öğrenmiş bir kuşağız.
Bu yerde -hapishane ya da parmaklıklar ardı diyebilecekken demiyorum, soğuk geliyor bana- pencere önü çiçeği gibiyim. Tek sorun penceremin hep aynı yere bakması. Görebildiğim hiçbir şey yok bulutlar dışında. “Ya bunu da alsalardı elimden!”
İnsan ne kadar tuhaf! Yaşadığı her şeyi unutabiliyor, hiç yaşamamış gibi. Ve burada saatler çok acayip işliyor. Hesaplaşmaya başlıyorsun tüm hayatla ve kendinle; yapabilecekken yapmadıkların ya da yapmayı tercih ettiklerin; olan, olmayan, yaşadıkların ya da yaşa-ya-madıklarınla… Sevdiğim kadınlar geliyor aklıma… Acaba diyorum, herhangi biri beni bu halde görse inanır mıydı ya da her şeye rağmen yine sevmeye devam eder miydi? Ayça vardı mesela, belki de en çok onu sevdim. “Hiç değilse o olsaydı yanımda.” Bana inandığını söylese, görüş günlerime gelseydi. Görüşler için özel izin alabilirdi, ne de olsa avukat. Bir şekilde ulaşsam ona, davama bakardı canla başla, eminim. Ama kaç yıl girdi aramıza, çoktan evlenip çoluğa çocuğa karışmıştır. Belki kocası da istemezdi, ne de olsa “eski sevgili davası” bu.
Bütün düşünceler gelip geçiyor da yalnızca sonsuz bulutlara takılıp kalıyor aklım! Her yerde aynılar mı acaba? Yoksa sadece buradan mı sonsuz görünmeyi başarıyorlar?
Bir bulut olsaydım, Heidi’ye ait olmak isterdim. Çünkü en güzel o oturuyor, beyaz bulutlar üstüne. Belki de ben, sırf bu yüzden, en çok Heidi’yi kıskandım bu hayatta. Mesela hiç Alplere gitmedim; orada da bu denli sonsuz mudur?
Saklandığım bu yerden çıkabilme şansım olursa bir gün, ilk işim bulutları görmek…
Ama şimdi sahne, Müjdat Gezen şiirinin. Filtresiz gülümsüyor güne:
“Öyle zamanlar tehlikelidir Şemsettin / ya gel cebime saklan ya bırak şapkana saklayım”
“Gün say Şemşettin gün say” diye devam ederken şiir; “gün say Şevket gün say” diye zamanımı tüketiyorum. Sözüm ona gelecek güzelliklere dair yapıyorum bunu. Bunu, henüz bulutları bile görememiş adam söylüyor.
Ben şiirlerin yalancısıyım sayın hâkim.
Saklandığım yerlerin içinde sakladıklarım, sakladıklarımın içinde saklandıklarım…
“Elma dersem çık, armut dersem çıkma Şevket.”
“Elma Şevket.”
“Şevket sobe.”
Düşünürken suçüstü yakaladık sayın hâkim.
“Ebe-sobe…”
Not: yazı çizi atölyesi öykülerinden.
Harika 👏👏
Teşekkürler. 🙂