Toplama kampı | Serpil Akçay
Yazan Kategori atölyedenTren günlerdir yol alıyordu. SS subayları tarafından evlerimizden silah zoruyla çıkartılıp bu hayvan katarlarına tıkılalı kaç gün olmuştu hatırlamıyordum. Nereye götürüldüğümüz hakkında hiçbirimizin fikri yoktu. İkizlerim Lila ve Ezra benimle beraberdi, ancak eşim Benjamin’i başka bir vagona koymuşlardı. Yanımıza aldığımız yiyeceğimiz ve suyumuz çoktan bitmiş, insanlar bitap düşmüştü.
Askerler bizi asla trenden indirmediklerinden küçük, büyük tuvaletlerimizi bile vagonun köşelerine yapıyorduk.
Günler geçtikçe vagonun içindeki ağır sidik, bok ve ter kokusu dayanılmaz bir hal almıştı. Bir süre sonra açlıktan, susuzluktan ve yaşlılıktan ölen insanların, çürümüş bedenlerinin kokusu da eklenmişti. Cesetler kurtlanmaya başlamıştı bile.
Parlak yeşil renkli kocaman bok sinekleri, cesetlerin üzerinde gezinip sonra gruplar halinde üzerimize pike yapıyorlar, sanki ağzımızdan, burnumuzdan, kulağımızdan içimize girip bedenimizi ele geçirmeye çalışıyorlardı.
Vagona bindirilen elli kişiden neredeyse yarısı yaşlılıktan ve hastalıktan ölmüştü. Birkaçı aklını kaçırmıştı. Arada insanın kanını donduran çığlıklar ve kahkahalar atıyorlardı.
Benim gibi durumu biraz iyi olanların gözbebekleri yuvalarına kaçmış, elmacık kemikleri dışarı fırlamıştı. Susuzluktan kurumuş ve çatlamış dudakları birbirine dikilmiş gibi kıpırtısız duruyordu.
Aklını koruyanların hiçbirisi bu trenden sağ çıkabileceğini düşünmüyordu. Tanrı’ya, gittiğimiz yolun sonuna varmadan, yavrularımın ve benim canımı alması için dua ediyordum. İkizlerimin yorgun ve aç bedenleri yanımda kıvrılmış yatıyordu. Ağlıyordum ama gözlerimden yaş akmıyordu.
Böyle kaç gün, kaç gece gittik bilmiyordum. Zaman kavramı yitip gitmiş, yavaş yavaş delirmeye başlamıştık.
Sanırım rüya görüyordum, tren düdüğünü öttüre öttüre durdu, vagonun kapıları birden açıldı, içeriye gün ışığı ve oksijen doldu. Günlerdir karanlıkta kaldığımızdan gözlerimizi bir müddet açamadık.
O arada birkaç asker vagona daldı. Bizi ellerindeki silahların süngüleriyle dürtüp aşağıya inmemiz için zorladı. Süngüyü yiyen bir çığlık atıyor ve canhıraş bir şekilde kendini vagondan dışarı atmaya çalışıyordu. İkizlerimi koltukaltlarıma çektim. Beraber kıçımızın üzerinde sürünerek vagondan aşağıya yuvarlandık.
Toprak zeminde bir iki takla attık ve çimenlere yüzüstü yapıştık. Çimen ve toprak kokusu bizi biraz kendimize getirmişti. Neden sonra toparlandık ve ayağa kalktık.
Bir sürü asker ellerindeki kamçıları şaklata şaklata insanları yerden kalkmak için zorluyordu. Kalkamayanların üzerine ellerinde zincirlerini tuttukları azgın köpekleri salıyorlardı. İnsanlar korkunç çığlıklar atıyor, bağırıyor, ağlıyorlardı. Etraf mahşer yeri gibiydi. Bu durum ne kadar sürdü hiç bilmiyordum.
Sonra bizi ikişerli sıra yapıp kilometrelerce yürüttüler. Ayakta durmakta zorlanan yüzlerce insan vücudu mezarlarından hortlamış zombiler gibi mekanik hareketlerle, geride gerçek ölüler bırakarak yürüdük, yürüdük.
Kampa geldiğimizde hava çoktan kararmıştı. Büyük projektörler her yanı gündüz gibi aydınlatıyordu. Dikenli tellerle çevrilmiş yüksek duvarların her köşesinde bir nöbet kulübesi vardı ve içlerinde makineli tüfek tutan askerler göze çarpıyordu.
Bir de tam kapının üzerinde duran Auschwitz Toplama Kampı yazısı.
Not: yazı çizi atölyesi öykülerinden.