Uyku | C.
Yazan Kategori atölyedenAyın parlak ışığı bir hayalet gibi pencereden içeri süzüldü, kederli bir loşluk içeri yayıldı. Odanın bir köşesinde geceden açık kalmış televizyonun parlaklığı içeri sevimsiz bir grilik yayıyordu. Pencereleri kapalı evde perdeler bir matem havasında asılıydılar. Açık kalan kapıdan karşıdaki odada Sezai Bey’in yatağında uyuduğu görülüyordu.
Koca bir aileydiler. Karısı Sevda Hanım, çocukları Ali, Necip, Kemal. Bu evin içinde kalabalık, ama bu şehirde yapayalnız yaşıyorlardı. Sezai Bey için yaşamak bir mesai meselesiydi. Pek bir neşesiz geçen kırk beş yıllık ömründe yüzü hiç gülümsememiş gibi hep katı ve ciddiydi. Karısı Sevda Hanım’ın yaşama sevincini yavaş yavaş söndürmüş, çocuklarına da kendi donuk gözlerini bağışlamıştı. Yalnız bazen kadın kocasına uzun uzun bakar, göğsünü şişirir ve gözlerinin ucundan iki damla yaş süzülürdü. İri kara gözleri, beyaz yüzüyle evin içinde bir gölge gibi gezinir, evin işlerini sessizce yapar, kimseye hissettirmeden köşesine çekilirdi. Ona bakanlar, gözlerinde bambaşka yaşamaların hayallerini seyredebilirdi.
Gün bitip yıldızlar gökyüzünde yükselirken onlar her akşam aynı yerlerine oturup yemeklerini yer, yemekten sonra salonda aynı koltuklarda oturur ve her gece sanki aynı rüyaları görürlerdi.
Son zamanlarda Sezai Bey uykusundan bitmek bilmez öksürüklerle uyanır olmuştu. Evdekileri uyandırmak ister gibi gürültüyle yatağından kalkar, tuvalete koşardı. Orada bir müddet daha öksürükle cebelleşir, boğulur gibi hırıltılı sesler çıkarır, rahatlayınca da aynı gürültüyle yatağına dönerdi.
Nefessiz kalırcasına öksürdüğü bir gecenin sabahında doktora görünmeye ikna oldu. O günün akşamı eve dönmeden önce saatlerce yürümüş, gelip geçen insanları, sokakta oynayan çocukları içinde daha önce hiç hissetmediği bir naiflikle seyretmişti. Gece yarısı döndüğü evinde, karısı Sevda Hanım’ı kendisini bekler bulmuştu. Yüzünü her zamankinden daha solgun, gözlerini her zamankinden fersiz gören karısı onun için endişelendiyse de, Sezai Bey homurtulu sesler çıkararak onu başından savmıştı.
Yenilmez bir hastalık Sezai Bey’in bedenini hızla sarmaktaydı ve onu nefessiz bırakacağı son ana kadar da durmayacaktı. Vakit çok azalmış, ölüm muhakkaktı.
Sezai Bey ölümden çok korkuyor ama aklını, ölümden de mühim bir mesele meşgul ediyordu. Onun kurumuş bir ağaç gibi toprağa karışacak bedeninden sonra bu dünya ve bu hayat nasıl devam edecekti? Karısının bir başkasıyla alelacele evleneceği, çocuklarının başka adamlara baba diye sesleneceği düşüncesi, dahası onun hiç var olmamış gibi bir çırpıda unutulacak olması aklından hiç çıkmıyordu. Bu düşünce içini kemirirken kendi amansız hastalığını dahi unutmuş gibiydi.
Ne çare günden güne solmaya, erimeye başladı. Huysuzlanıyor, yanından bir dakika bile ayrılamayan karısını, çocuklarını sebepsizce azarlıyor, başına gelen bu felaketin sorumluları onlarmış gibi, öfkeyle bağırıp çağırıyordu. Eve gelen doktorları kapıdan kovuyor, ölüme yaklaştığı her gün aklını alamadığı o karanlık düşünce de korku ve nefretle yoğrularak büyüyordu.
Bir yaz gecesinde, dışarıda yaprak kımıldamıyor, perdeler yerlerinde birer heykel gibi sabit duruyordu. Sezai Bey yeni bir öksürük nöbetiyle yatağından kalktı. Uzun ve fasılasız öksürüklerle nefessiz kalana kadar ölüm ve yaşam arasında defalarca gidip geldi. Şimdi evin içinde yalnız duvar saatinin tekdüze sesleri duyuluyordu. Aklındaki karanlık düşünce tüm bedenini bir anda sardı. Unutulma, hiç olma korkusu içini kızgınlıkla yaktı.
Odaları sessizce dolaştı. Karısına, çocuklarına, evine, açık kalmış televizyona kanlanmış gözleriyle hiçbir şey hissetmeden dümdüz baktı. Büsbütün karanlığa teslim olmuş evin içinde şimdiden bir hayalete dönüşmüştü. Mutfağa gitti, kısa parmaklı biçimsiz elleriyle bir örümcek gibi kavradığı ocağın düğmelerini bir bir çevirdi. İçeri kesif bir gaz kokusu yayıldı. Evin pencerelerini sessizce kapattı. Yatağına gidip uzandı. Karanlığın içinde iki kara çukura benzeyen gözlerinde bir aydınlanma belirdi ve yüzüne huzurlu bir gülümseme yayıldı.
Not: yazı çizi atölyesi öykülerinden.