Ara 18

Zikirmatikleştiremediklerimizden misiniz? | Sezgi Aytekin

Yazan Editör Kategori atölyeden

Ben bir zikirmatiğim. Renklerim var benim. Sade, yalın ve net.  İsmimse kullanan kişiyle özdeşleşir. Seda’nınki, Ayşe’nin, Özlem’inki gibi. Fabrikasyon ürünüm. Orada bir sürü kardeşim vardı. Büyük pazara sahip insanların eline düşene kadar, hepimiz yan yanaydık. Çok özlüyorum onları. Ne yapıyorlar ki? Hepsini geçerim de  “Mor”u, en yakın arkadaşımı hiç unutamam. Dükkândayken bir kutunun içinde dip dibe durur yaşar giderdik. Ne günlerimiz geçti be!

Bizim dükkânlara dağıtılana kadar bir var olma serüvenimiz var ki sormayın gitsin. Tasarımcılarımız kodlarımızı yazar, şeklimize karar verir, fabrikaya gönderirler. Ama ne hikmetse hepimizin tipi aynı! Büyük patron bizi alıp tuhaf satıcılara ulaştırır.  Gittiğimiz yerlerdeki -genelde dükkân ya da mağaza demeyi hoş buluruz- birtakım ablalar bizi satın alır ve başlarlar kullanmaya. Ablalar diyorum, çünkü kadınlar dışında kimsenin kullandığına şahitlik etmedim. Bizi ellerine alıp, birbirleriyle yarışıyorlar sanırsın.

“Ben 3.200 okudum.”

“Ee ben 1.500 okudum.”

“Hehehhe ben de 6.100 okudum.”

Bravo seni aptal. Okudun da ne oldu? Ha babam basıp duruyorsun kafama. Basma şekilleri kişilerin karakteriyle çok ilintili. O kadar sahibim oldu, kimi pamuklara sardı kimi yüklendi de yüklendi.  Hem kişilik hem de hayatı algılayış şekli olsa gerek. Küçük bir zikirmatik bu kadar çok şeyi nereden biliyor diye düşünebilirsiniz. Haklısınız da. Bizim dükkâna çeşitli mesleklerden fazlaca insan gelir giderdi. Bir kısmı psikologdu.  O ya da bu sebepten geldiklerinde, duyardık konuşmalarını. İnanmayacaksınız ama son zamanlarda, bizi satın alıp kullanan en çok onlardı. İnanıp inanmayacağınızı da neye dayanarak söylediğimi bilmiyorum! Ama sanırım herkesin bir inanca dayanma isteği oluyor, belki var olma biçimi bu; sizin de, bizin de. Zira hayat çok yoruyor hepimizi. Sizi yoran hayattan dolayı mı bizi daha çok yoruyorsunuz yoksa zaten hayatın kaosu mu bu?

Mor ile beraber kaç insanın manyaklığına şahit olup eğlenmişizdir, kaçının da hüznüne.  Aslında umutlarını bize bağlamalarına mı üzüleyim yoksa istediklerinin olmayışındaki nefrete mi! O zamanları hele hiç görmeyin, her şeyin müsebbibi gibiyizdir. Bir de totem yaparlar. Şu kadar okursan bu olacaktır diye ve sonra başlarlar beklemeye. Olmayınca da farklı bahane üretirler. En son bize suç buluncaya kadar bu işlem devam eder. Hayatlarında olan olmayan her şey için, bizi ön plana atıp dururlar. Acaba bizden önce insanlık nasıldı? Ne ile kotarıyorlardı bu durumu?

Aslına bakarsanız merak da etmiyorum. “Her şey meraktan doğar” dediklerini de duymuştum. O yüzden bu içinde bulunduğum bedenle, var olma biçimiyle bıktım böyle yaşamaktan. Bozulup gitsem keşke, bir hurda yığını olarak, unutulsam.  Bu arada, Ayşenur’dan Fatma’ya devroldum. Metroda giderken bastı durdu kafama. Bir de ağızlarını kıpırdata kıpırdata dua etmiyorlar mı, Allahım işte o beni benden alan son aşama. İçinden et duanı olmuyor mu! Neyse bu Fatma da aynını yapıp durdu, diğerlerinden daha fazlaca yapınca içsel isyan yaşadım. Sanırım faydası oldu. Çünkü yolda giderken, bir ağaç kenarında düşürüverdi beni. Parmağından nasıl fırlayıp da o ağacın altında buldum kendimi, bilmiyorum. Sorgulamıyorum da, içten yapılan her şeyin kabul olduğunu hissetmiştim hep, benim hayatımdaki de bu oldu.

Ayy nasıl güzel de bir ağaç. Canım o benim ya. Böyle bir söğüdün altında dinlenmek var mıymış? Keşke beni burada unutsalar. Ama kesin gelir biri oynar, neymiş bu der alır gider. Hayatımız böyle çünkü. Henüz biz mağazadayken, gelen iki adamın kendi aralarındaki konuşmasında duymuştum. “Koşullu öğrenme” diye bir şey varmış. Haa işte benimki de o hesap.

“Yok öyle de olsa bırak kendini sen şu rüzgâra, seni alıp götürmesine izin ver.” dedi söğüt ağacı, aniden.

Bıraktım kendimi rüzgârın kanatlarına, uzun uzak yollardan geçtim, yeniden doğduğumda başka bedendeydim…

Not: yazı çizi atölyesi öykülerinden.

Yorumlar akışı .

yazı çizi  
Facebook Twitter More...