Tik tak | Seda Sevgi
Yazan Kategori atölyeden“İçimin sesi tik taklara bölünür bazen, bir tik hüzün, bir tak sevinç. Bir tik korku, bir tak umut. Görmezden gelinen saatlerde hayat akıp giderken, bu tik taklar içimi sessizce bir kum saati gibi doldurur. Hiç durmadan bir aşağı bir yukarı akan… Kumlar aşağıya süzülürken içimin bir yanını ferahlık kaplar, diğer tarafa süzülürken yine dolarım. O kum saatine bakar ağlarım… Bilirim hayatın büyüsünü, dokunduğunda meyve açacağını. Lakin ben de böyleyim işte… Bir kum saati… Tik, tak…”
Defteri usulca yere bıraktı, gözlerini sararmış sayfalardan ayırmadan. Bu satırları yazalı ne kadar olmuştu acaba? 3, 5, 10 hafta, ay, yıl? Hatırlamıyordu. Zamanı şaşmaz bir kararlılıkla ona bildiren envai çeşit saatini kullanmayı bırakalı çok olmuştu. Zamanın ona bildirdiklerini umursamayalı. Olanları, olacakları, bildiklerini, bilmediklerini, hatırladıklarını, hatırlayamadıklarını…
Ne çok severdi saatlerini oysa. Hepsini gittiği ülkelerden özenle seçip almıştı. Siyah, gümüşi, kahverengi, altın sarısı, roze… Favorisi kırmızı kayışlı. Bir yılbaşı günü Okan vermişti o güzelim saati. “İnce bileğine ne de çok yakışacak” demişti. Kırmızı rujunu özenle sürdüğü dudağını büzerek, mahcup bir gülümsemeyle teşekkür etmişti sevgilisine.
Okan gideli kaç zaman olmuştu? Kaç yıl, ay, saat, dakika? O gittiğinden beri zamanı içine hapsetmişti, saatleriyse kalın kapaklı bir kutunun içine.
Bedenini tek parça tutmayı başarmıştı bir süre. Her gün onun en sevdiği kıyafetleri giymiş, saatini takmış ve normal hayatın içine karışmıştı. İçindeki kum saati de görevini eksiksiz yerine getirmeye çalışan bir memur edasıyla akmaya devam etmişti, bir aşağı bir yukarı.
Bir gün hiç beklemediği bir anda saatin camdan küresi kırılmış ve tozlar içine saçılmıştı. Yüreğine bir iğne gibi tek tek batan zerreciklerin acısına dayanamayınca o da bedenini bırakmak istemişti. Herkes buna delilik demişti o zaman. Delirdi bu kız, aşkından delirdi. Annesi çok ağlamıştı, babası çok kızmış, arkadaşları anlam verememişti bu bırakışa. Oysa anlaşılmayacak bir şey yoktu ki. Doğanın kanunu değil miydi bu, ruh gidince beden de yok olmaz mıydı? Çok normal görünmüştü yaptığı şey ona. Çok öfkelenmişti kendisini en yakınındakilerin bile anlamamasına. Doktoru Rıfat Bey çok sevinmişti öfkelenmesine. Sonunda bir duygu kırıntısını dışarı verebildiği için. Anlamıyordu, insanların bu manasız umutlarını, mücadelelerini, adına güçlü olmak denen ama insana görünmeyen bir zırh giydiren hayatı. En çok korktuğu şey olmuş, en sevdiği elinden alınmış ve bütün yalnızlığı ve zayıflığıyla kalakalmıştı bir başına… Bunda anlaşılmayacak ne vardı ki?!
Bir süre sonra alışmıştı bu duyguyla yaşamaya. Ailesinin, arkadaşlarının ısrarlarından bıktığı için o da zırhını geri giymişti. “Normal görünümlü Ayfer” olmuştu yeniden. Yine de beğendiremiyordu kendisini. Evden çıkmamasını, işe gitmemesini çok görüyorlar, sürekli dır dır ediyorlardı. Kararını vermişti sonunda, hayatında verdiği en net kararı bugün uygulayacaktı işte.
Defteri usulca kalbine bastırdı, öptü ve yatağının başucuna bıraktı. Üstüne Okan’ın en sevdiği elbisesini giydi. Kırmızı saatini kutudan çıkardı, elleri titreyerek koluna taktı. Bugün ev halkı dışarıdaydı, o yüzden sürekli pijamayla gezen “normal Ayfer”in bunları yapması kimsenin dikkatini çekmeyecekti.
Annesinin mutfak dolaplarına erişmek için kullandığı tabureyi sakince pencerenin yanına koydu. 6. kattaki dairenin en karanlık odası onunkiydi. Pencere çok geniş değildi ama işini görecekti. Derin bir nefes aldı, taburenin üstüne çıktı, pencereyi açtı. Sokakta her şey normal görünüyordu. Bakkal, eczacı yerlerindeydiler, günün bu saatinde zaten herkes işe gittiği için araba az olurdu. Bir ayağını pencerenin kolundan aldığı güçle dışarı uzattı, diğer ayağını uzatmak için de kaldırmıştı ki tiz bir sesle irkildi. Bir kedi var gücüyle bağırarak koşuyor, arkadaşından ise bir köpek koşturuyordu. Kedi son bir hamleyle park halindeki arabalardan birinin üstüne çıktı ve tıslayarak düşmanını beklemeye başladı. Köpek daha da öfkeli ulumaya devam etti. Ayfer kendini tutamadı. “Hey durdurun şu köpeği, kimse yok mu? Yardım edin, kediciğe yardım edin! Hay Allah, kimse yok mu ya şurada insaniyet sahibi?!”
Eczacı dışarıdan gelen kadın çığlıyla afallayarak camekândan dışarı baktı. Elinde uzun bir dal parçası, garip, kırmızı bir elbiseyle çığlık çığlığa köpeğin üstüne doğru koşan genç kadını gördü. Eczanenin önüne park ettiği arabasının üstündeyse gri renkli tekir kedi sinmiş, tıslıyordu. Kadın köpeği uzaklaştırmayı başardı. Çevik hareketlerle kediyi arabanın üstünden aldı, kucağında kafasını okşayarak sakinleştirdi… Geldiği gibi hızlı adımlarla uzaklaşırken “Okan olacak senin adın kedicik, Okan” diye sayıklıyordu…
Not: yazı çizi atölyesi öykülerinden.