Çığlık / Mansur
Yazan Kategori atölyedenÇarşaf gibi bir zemin üzerinde, yorgun argın balıktan dönüyordum. Babam, her zamanki gibi ağları çöplerden temizlerken bir yandan da sigarasını tüttürüyordu. 70 gün olmuştu, koskoca demir yığını ve içinde yardım bekleyen insanlar arasında, sevgimi haykırmak istediğim güzeller güzeli kız, teknemizin önünden geçmesini bekliyordu. Nasıl bir dünyaydı üzerinde yaşadığımız? Canlarını bir caninin ellerinden kurtarmak için çabalayan insanlar, şimdi başka bir maske takmış yeni bir caninin ellerindeydi. Yardım bekliyorlardı, zayıflamışlardı, kimileri ölümün eşiğine gelmiş, salgın hastalıklar boy göstermişti. Bu bir kader miydi yoksa hayatın gerçeği miydi? Tam önünden geçerken her defasında olduğu gibi, tuttuğum balığın bir kısmını ona fırlatıyordum. O ise gözleri yaşlı, kurumuş zayıf elleriyle mendilini bana fırlattı. Mendile sinen kokusu eşsizdi. Sevgi, şefkat, korku, yalvarış ve daha birçok duygusunu mendile nakış gibi işlemişti adeta. Bizimkisi, imkânsız bir sevdaydı belki. Onu o demir yığınından çekip çıkaracaktım, plan hazırdı. Bir gece herkes uykudayken onu kaçırıp bu zulmün elinden kurtaracaktım.
***
Sevdiğimiz elleri, evimizi, dostlarımızı güzelim hatıralarımızı çantalarımıza doldurup sırtımıza yüklemiş, tüm hüzün ve umutlarımızla çürümeye yüz tutmuş bu demir yığınına, yeni evimize yerleşmiştik. Son hızla terk ederken yurdumuzu, uzaklaşan ışıklar gitgide ufalıyordu. Sanki hayatımız da bu ışıklar gibi kaybolup gidiyordu. Sarayburnu dedikleri bu yerde kalakalmıştık. Koskoca evimizin köhne motoru iflas etmişti. İlk günlerin korkusu geçmişti. Makine, tamir olur olmaz takılıp kaçacaktık huzur bulacağımız yerlere. Onu ilk gördüğümde âşık olmuştum. Ne gariptir, hiç tanımadan, elini tutmadan, sesini duymadan âşık olmuştum ona. Açlık, hastalık, ölümler, korku dolu günlerde onu görmek sanki cennetin kapısından girmek gibiydi. Gizlice verdiği balıklar, beni adeta yaşama bağlıyordu. Şilenin ışıkları arasında, hangi evde yaşadığını tahmin etmeye çalışıyor, onunla sımsıcak bir yatakta uyuduğumu düşünüyordum. O günü bekliyor, sabırsızlanıyordum.
***
72 gündür burada yığılıp kalmıştım, motorum da tam bozulacak zamanı bulmuştu. Umut, özlem, korku ve yaşam sevgisi taşıyordum köhne odalarımda. İnsanları bir caninin elinden kurtarmanın gururu ile tam hızla gidiyordum varış yerime. Ama kahrolası hurda yığını motorum, çok dayanamadı hızıma. İlk günlerde şarkılar, türküler söyleyen, zulmün elinden kurtulmanın verdiği sevinç ile dans eden güzel insanlar, şu anda açlık sefalet ve hastalıkla boğuşuyorlardı. Alman canavarının elinden ramak kala kurtulmuşlardı. Derken bir gece vakti tam böğrümün altına bir torpido isabet etti. Zaten zayıf olan gövdem bir anda paramparça olmuştu. Hızla su ile doluyordu tüm boş haznelerim. Zavallı insanlar ne yapacaklarını şaşırmış, çaresiz çığlıklar atıyor, karanlığa “Yardım edin” diye bağırıyorlardı. Son durağa gelmiştim, hızla batıyordum. Umudu, özlemi, direnci kurtaramamıştım. Caniler yine yapacaklarını yapmıştı. Gövdemde kocaman harflerle yazılı ismim STRUMA, artık suların dibine gömülmeye hazırlanıyordu.
***
Yanarken çıkan çığlıklar, hâlâ gözlerimin önünde ve kulaklarımda yankılanıyor. Daha 16 yaşındayken tanık olduğum bu dehşet verici facianın, benim ülkemin sınırlarında olması ne acı vericiydi. Yaşanan bu felaketin, dramın ya da katliamın, gizlenmesi, tarih kitaplarının sayfalarına bırakın yazılmayı, geçmiş zamanın dipsiz kuyularında unutulmaya terk edilmesi beni daha da yaralamakta. Ama katliamların da bir tarihi var, yazılmayan, belgeleri saklanan hatta yok edilen.* 769 Romanyalı Yahudi, 1940’ların başında, tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Nazi tehdidi altındaydı. 46 metre uzunluğundaki insan taşıyan yük gemisi Struma, 12 Aralık 1941’de, bu tehditten kaçan 769 Yahudi yolcusu ve mürettebatıyla Köstence’den umuda doğru yolculuğa çıktı. İstanbul’a ulaştı. 15 Aralık’ta Sarayburnu açıklarına zorunlu demir attı. Günlerce yardım beklediler. Çocuklar, yaşlılar, kadınlar, gencecik yaştaki insanlar, kapının eşiğinden gördükleri umut ışığına ulaşmayı beklerken, başka bir ülke sınırları içinde ölüme terk edildiler. Şimdiki zamanda küçük Amerika olan ülke, o dönemde küçük faşist Almanya rolünü üstlenmişti. İnsanlık, bir tarafa, işbirlikçi olmak bir tarafa. 24 Şubat’ta bir Sovyet denizaltısı, Şile açıklarına çekilmiş zincirsiz ve motorsuz Struma’yı torpilledi.
O güzel kızın, kömür gibi gözlerindeki umudu hiçbir zaman unutamadım. Ne zaman Sarayburnu’ndan geçsem köhne demir yığınındaki insanların çığlıkları gelir aklıma.
* Cumhuriyet Dergi, “Arşivleri Açılmayan Tek Ülke Türkiye”, Ali Deniz Uğurlu, 17 Şubat 2013.
Gaye’nin notu: yazı çizi atölyesi ürünlerinden.