Şub 17

Çok kenarlı aşk | Yahya Salim

Yazan Editör Kategori atölyeden

Kumsalda uzanmış, kitap okuyorlar. Hep kısa gelen bir tatilin sonu. Nazım’ın kafasındaki kalabalık azalacağına artmış. Yanıbaşında uzanan Serkan’a bakıyor gözlüklerinin altından. Onun kaygısızlığına, bunca yıl sonra umursamazlığına ifrit oluyor. Oysa tatile kafasında fazlalık yapan nesneleri ayıklamak, sabrını genişletmek için gelmişti.

Biraz ötede bir grup genç kız oturup konuşuyor, kahkaha atıyorlar, arada Serkan’a bakıyor, dönüp heyecanla konuşmalarına devam ediyorlar.

“Dün gece neredeydin?” diye soruyor.

Sormayacaktı oysa.

“Yalnız gelmeliymişim tatile, aynı şey ne de olsa.” Kendine söyler gibi. Söylemese daha iyi, ağzından çıkar çıkmaz anlıyor.

Öteden kahkahaları işitilen esmer kızı gösteriyor Serkan. Nazım’ın gerginliğinin farkında değil sanki. Öylesine, sadece işaret ediyor.

“Yine onlaydın tabii, neden şaşırıyorum ki.”

Duraksıyor. Duraksayamıyor daha fazla: “Çocuksun sen de çünkü. Büyümeyeceksin, demek istediğin bu!”

Serkan’ın yüzünde sıkıntı beliriyor. “Hep böyle yapıyorsun” diyecek belki. Dudağını büzüyor. Sesini kısarak konuşuyor.

“Sahilde oturup konuşuyoruz sadece.”

Sevimli gülmeye, gamzelerini belirtmeye kalkışıyor.

“Okuduklarımızı yarıştırıyoruz, sonra çıplak yüzüyoruz aya doğru.”

Buraya kadarını etraftakiler işitebilir. Yine kısıyor sesini:

“Nesini kıskanıyorsun, anlamak mümkün değil. Kur yapıyor, kaçamak bakışlar, gülüşler falan, ben de şakacıktan karşılık veriyorum. Eğlenceli yani.”

“Nereden çıkardın kıskandığımı?” diyor Nazım. “Aldırış ettiğimi mi sanıyorsun?” Denize bakıyor, denizde yüzen, oynaşanlara. Derin bir nefes alıyor.

“Kur yapıyorsun ha? Sadece sevişiyoruz de bari. Nasıl da rahat söylüyorsun.”

Gözlüğünü yerleştiriyor yüzüne. Su aranıyor bir an. Bir şey yapması lazım çünkü. Şişe şezlongun altına düşmüş. Kapağı gevşemiş, kapağın etrafında ıslak kumlar. Kitabın yapraklarının arasında bir örümcek yürüyor, üfleyerek uzaklaştırıyor onu. Bir an düşünmeden, izlemeden örümceği, savurdum kumlara, diyor içinden. Aklı örümcekte kalıyor. Çok geç. Aslında bağırıp herkesi durdurmak istiyor telaşla, örümceği bulana kadar kıpırdamayın, üstüne basacaksınız. Ah siz, hep kendinizi düşünürsünüz, umrunuzda değil ne de olsa!

Sigarasından derin bir nefes alıyor. Konuşmayacak daha fazla. Sakin konuşacak.

“Nesini beğendin, anlamıyorum. Hayat tecrübesi yok. Anlatacağı ne olabilir ki sana yeni gelen?”

“Uzatıyorsun.”

O kadar, daha fazlasını söylemez zaten. Umrunda değil ya, o böyle yaşamaya devam edebilir sonsuza kadar. Zamanın akışına bırakmış gibi kendini,  rüzgârla, suyla birmiş gibi fikri. Oysa Nazım biliyor ki arzuları serttir, inatçıdır onun, kalındır kabuğu. Hep bildiğini yapar ama sanki bilinmedik bir gücün etkisindeymiş gibi. İradesi yoktur onun, suyun üzerinde yürür.

Kalkıp büfeye gidiyor Serkan. Nazım arkasından bakıyor. İki margaritayla dönüyor. Uzaklarda onun için nadir bir nesne bulmuş, çok düşünmüş, aramış gibi uzatıyor Nazım’a birini. Bu eski modalık onlara özgü; onlara ait. Gözü genç kız grubuna kayıyor; hepsinin ellerinde margarita, yayvan kadehlerine bakıp bakıp kahkaha atıyorlar, poz verip selfi çekiyorlar, eski filmlerdeki gibi tutarak kadehlerini.

Deniz dalgalanıyor, rüzgâr esiyor tenlerine dokunarak. Kumsalın tozunu, günün artığını kendine katıp dalgalara karışıyor. Ufukta bir yük gemisi geçiyor salına salına.

Nazım kitaba dalmaya çalışıyor bir süre. Arada gözü ötedeki esmer kısa uzanıyor. Söyleniyor: “Kara kuru bir şey hem de. Hele o burnu, kemerli, uzun…”

Daha fazla söz etmemek en iyisi burnundan, öpmeye doyamadığı o burnundan…

***

Aradan yirmi yıl mı geçti gerçekten? Geçen konuştular, ikisi de saymayı bilmiyor, rakamlar kafalarını karıştırıyor. “Üç-beş sene mi, yoksa on sekiz sene artı üç hafta mı?” Yirmi yılda karar kıldılar sonunda, önemli olan anlaşmak hesapta. Yuvarlak hesap müessesesi işlerine geliyor.

Nazım masanın başından kalkıyor, bilgisayarı kapatıp ekranın üzerine dantelli örtüyü çekiyor. Annesi yapmış.

Üst kattaki eve çıkıyor merdivenden, anahtarı döndürüyor kapıda. Yatak odasına gidiyor. Seyrediyor onu, uyuyor hâlâ, başı yastıktan sarkmış. Bir eliyle yastığı tutuyor sanki. Duvarda kendi yaptığı resimler asılı. Bu resimler aralarına giriyor bazen. Oysa Nazım aralarına hiçbir şey girmesin istiyor.

Perdeleri açıyor usulca, kadının üzerine düşüyor güneş. Üzerinde bir yaz gecesi rüyası renginde pijaması. Bazen bütün gün çıkarmıyor onu üzerinden. Boya bulaşmış yakasına, dirseğine, yenine. Çamaşır suyuna yatırması gerekecek yine. Olsun.

Yanına uzanıyor, burnunun kemerini öperek uyandırıyor. “Uyan kuzum,” diyor, “bebek acıkmıştır, kahvaltıyı hazırlarım sen uyanasıya…” Karnını okşuyor kadının.

“Yine o sahil kasabasına gidelim,” diyor mahmur gözlerini kırpıştıran kadın. Rüyasında ne gördüyse…

“Ne iyi düşündün,” diyor Nazım, “kımılcan tanıştığımız kasabanın sokaklarında yürüsün doğmadan önce kımıl kımıl”.

“Sünegül o!” diye düzeltiyor kadın. Kız olacağından emin. Annesinin adını koyacak çünkü.

Karnını öpüyor Nazım. “Babasını da mı davet etsek?” Müsasebetsiz bir şey mi söyledi acaba? Karar vermeye zorlar gibi, ne kadar zor olduğunu bile bile. Karnında dolaşıyor kadının eli, sakin, serin, narin. Nazım’a bakıyor şefkatli: “Düşündüm ben onu,” diyor. “Benim babası da, paylaşmam bebeğimi elin adamıyla.”

Not: yazı çizi atölyesi öykülerinden. Yahya Salim’in diğer öyküleri için tıklayın.

Yorumlar akışı .

yazı çizi  
Facebook Twitter More...