Kukla gösterisi | Yahya Salim
Yazan Kategori atölyedenDenizin koynunda salınan kayık sarsıldı. Balıkçı gözlerini kırparak açtı, ovuşturdu. Kayığın kıçında zehir yeşili kafa dikeliyor, yılansı boyunları kıvrılıyordu. Müstehzi bakışlarını balıkçıya dikmişti. Çirkindi – ihtiyar balıkçı öyle düşündü. Köşeye çöreklenmiş gibi görünse de bedeninin gerisi denizin koyu derinliklerine uzanıyordu. Burunlarından tıslamalı sesler çıkarıyordu. İhtiyar adam, yüreğinin bu manzaraya dayanmasına şaşırdı.
“Amma uyudun ayol” dedi, “uyandırmasam açıklara sürüklenecektin vallahi. Hadi bana dua et yine sen, hımm?” Balıkçı ağzını açtı, sesi çıkmadı. Dili damağına yapışmıştı. Kendisiyle konuşan yaratığa nasıl tepki vermesi gerektiğini bilemedi. Bir an avuçlarını açıp dua edecek gibi oldu, sonra yanına düştü elleri, ufuk çizgisindeki değirmi güneşe çevirdi bakışını. Yaratık gözlerini devirdi.
“Görüyorum ki bugün de balık tutamadın” dedi Lotana. “Alışacaksın artık şekerim, denizi bitirdiniz. Sebebi ziyaretim budur nitekim. Tıss. Kıyamet borazanlarını çalmak bana düştü. Hımmm. Nisanın 13’ünde denizde hayat bitecek. Anlıyor musun ne dediğimi: hiç, sıfır, son, fin, the end!”
Balıkçı hâlâ kelimelerini toparlamaya çalışıyordu. Canavarı ciddiye alıp almamakta kararsızdı. “Hadi canım” dedi Lotana, “kendini kandırma. Tıss. Onlarca yıldır biliyorsunuz sonun yaklaştığını. Kentlerinizin zehirini daha ne kadar çekecekti zavallı dünya? Hımm. Hükümetleriniz de farkında, işi oluruna bıraktılar, ama hâlâ onlara tevekkül etmek derdindesin. İçten içe biliyorsun bütün bunları. Ha?”
Balıkçı “ama” diyebildi. Niyeti, “çocuklarıma ne olacak, nasıl besleyeceğim onları” demekti. Lotana anladı kastını. “Eh artık” dedi, “insanlığa baybay demenin zamanı geldi. Hımm. Sakın üzülme benim için. Siz yokken nasıl yaşadıysak, ardınızdan da öyle yaşarız, fark etmez bizim için. Tıss. Ne sanmıştın, sefil tanrılarınızın bizi yok ettiğine inanmış olamazsın. Nerede sizin o kahraman Marduk’unuz, Yehowa’nız, tek kılıç darbesiyle yedi kafamı uçuran? Hımm. Şaşılık bile denmez buna. Siz de inandınız kaç bin yıldır. Çok safsınız şekerim, çoook.”
“Tanrılardan bana ne, ekmeğimin peşindeyim” diyebildi balıkçı. “Senin Lotana olduğuna inanmıyorum, daha çok mutasyona uğramış dev bir lağım faresine benziyorsun.”
“Tıss. Bak, onu doğru bildin” dedi Lotana, “canım denizleri lağıma çevirdiniz. Ne emeklerle, ne özenerek yarattıydık oysa. Lakin inanıp inanmaman hiç mühim değil. Hımm. Saati söylemiş miydim, seversiniz siz her şeyin kesin olmasını: 13:13 – ne bir salise eksik ne bir fazla. Hemen bugün fabrikalarınızı kapasanız belki kurtarabilirsiniz dünyayı ama ikimiz de biliyoruz, değişen bir şey olmayacak. Kandırmayalım kendimizi. Ha?”
Ardından sağlıcakla kal, bile demeden kendini Akdeniz’in sularına bıraktı. Güneş görmeyen, tek hücrelilerin tembel tembel salınıp leş artıklarıyla beslendiği derinlere…
Balıkçı, kıyıya motoru çalıştırmadan dönmeyi istedi. Lakin hem kürek çekmek yorucuydu hem de bir an önce eve varıp bir hal çaresi bulmak istiyordu. Motoru çalıştırdı.
Kıyıya vardığında ağlarını düzene koymaya sabredemedi, kayığı bağladığı rıhtımdan telaşla evine yürüdü. Çocuklarının geleceğini kurtarmalıydı. Yapacak bir şey olmalıydı, her zaman umut vardı. Öyle bilirdi. Sokakta onu dinleyen olmadı. “Oo selam, Balıkçı nasılsın bugün bakalım” diye soruyor, ağzını açmasına fırsat vermeden yollarına devam ediyorlardı.
Eve vardı. Seccadesine çöküp tespih çekmeye başladı ama kafasını semavî düşüncelere veremiyordu. Sessizliğe gömülmüştü zihni, ne Tanrıya ne de meleklerine ulaşabiliyordu. Hatlar kesilmişti sanki.
Telefona sarıldı. Bir yetkiliye ulaşmalı, ulaşabilmeliydi. Fakat otomatik ses bir rakama basmasını istiyor, gene otomatik ses çıkıyor karşısına, sonra başka bir rakam… Baktı olacak gibi değil, oğluna koştu hemen. Onu okutmuştu bunca zamandır ne de olsa. Oğlu bilgisayar ekranında yedi başlı canavarları öldürmekle meşguldü. Bilgisayar oyunlarının iyi tarafı şu ki, önünde sonunda canavarı öldüreceğinizi bilirsiniz. Fakat sonu gelmiyor, oğlu “şunu da öldüreyim, o zaman söylersin söyleyeceğini” diyordu.
Kızına koştu, olanları anlattı. Oysa babasını kabus gördüğüne inandırmaya çalıştı. Sonra dedi ki, “canavardan söz etmeyelim, ‘deniz bitti biter’ olsun mesajımız.” İhtiyar mecbur kabul etti, bu da bir şey diye düşündü. Lotana’ya kimsenin inanmayacağını anlıyordu; zamaneler kutsal kitaplar adına kavga ediyor ama bir satırını okumuyordu ne de olsa.
Balıkçının kızı arkadaşlarına mesaj gönderdi hemen. Başkente yürümeye karar verdiler. Seslerini işitecek birileri olacaktı elbet. Arkadaşları geldi, pankartlar hazırladılar, ihtiyar adamın kime, nasıl eriştiğini bir türlü anlayamadığı gönderilerinde uzun uzun anlattılar dertlerini.
Ertesi gün bir avuç insan ellerinde pankartlarıyla yola düştü. Yol üstünde civar balıkçı köy ve kasabalarından katılanlar oldu. Balıkçının kızı, saçlarını toplayıp dudaklarını büzüyor, selfi çekiyor, yürüyüşe dair olduğu anlaşılan gönderilerini paylaşıyor, çelimsiz birkaç ergen daha onlara katılıyordu.
Nihayet başkentin meydanına vardılar. Pankartlarını köşelere yerleştirip bağırmaya başladılar. Ellerinde alışveriş çantalarıyla dükkânlardan çıkan insanlar etraflarında birikmeye başlamıştı. Şehrin debdebesinde seslerinin boğulmasıyla içi kararan balıkçının umutları yeşeriyordu şimdi.
Tam o sırada neşeli bir ezgi çalmaya başladı. Adeta bulutların üzerindeki bir gramafondan geliyordu ses. Tekinsiz, biteviye tekrar eden bir nağme. İhtiyara neden sonra malûm oldu: Atlıkarınca nakaratı – Für Elise’den apartılırken içi boşaltılmış, mekanik sesler. Kızına söyleyecek oldu ama beriki kendini kaptırmıştı bile.
Seyirciler yürüyüşe ilgilerini yitirip gösteriye dönerken balıkçı, palyaçonun kendisine göz kırptığını fark etti. Sonra da sırtındaki zehir yeşili yüzgecini. Yüzü makyaj ve aksesuarla kaplıydı. Şekil şemali epey farklıydı ama ta kendisiydi – belki de ihtiyar yanlış hatırlıyordu kayıkta gördüğünü, vehmetmiş olmalıydı boyutlarını.
Kalabalık coşkuyla palyaçoyu izlemeye başladı. Mekanik, tekrarlayan hareketler – palyaço oradan oraya kıvırtarak yürüyor, tuhaf mimiklerini abartıyor, izleyicilere çatıyor, takla atıyor vesaire vesaire… Ben de yaparım bu kadarını diye düşündü balıkçı. Yürüyüşçüler arasında, “ömrümde gördüğüm en muhteşem gösteri” diyenleri işitti.
İhtiyar, kayığı denizin koyu sularında kaybolmuş gibi düşündü bir süre. Kalabalığın dikkatini çekmek için son çaresinin hayatını feda etmek olduğuna karar verdi nihayet. Son kozunu kullanacaktı: gösteriyse gösteri. Belinden bir kılıç çıkardı – kızı bakmıyordu o sıra, veda etmenin zamanı değil diye düşündü, göz pınarından bir yaş süzüldü yanaklarına – ve karnına sapladı. Yürüyüşçülerin arasından bir çığlık geldi. Gösteriyi izleyenler onlara döndü. Sonra palyaçonun kana bulanmış bedene yaklaştığını gördüler.
Palyaço, balıkçının cesedine sarıldı, onu havaya kaldırdı. Mekanik nağme yeniden başladı. Lotana’nın iplerini tuttuğu ihtiyar adam, omurgasız bir kukla gibi dans ediyordu. Yürüyüşçüler de çılgınca alkışlamaya başladı. Palyaço adamdan geriye kalan yığını ayağa kaldırıp kemikleri yokmuş gibi oynatıyor, kuklasına türlü numaralar yaptırıyor, havada savuruyordu.
Balıkçının kızı yeni bir gönderi paylaştı: “13 Nisanda dünya yok olur mu bilmem ama bu gösteri her şeye değer. Ne kaçırdığınızı bilmiyorsunuz beybiler, meydana koşun hemen.”
Not: yazı çizi atölyesi öykülerinden. Yahya Salim’in diğer öyküleri için tıklayın.