Paşalerense | Güleyni
Yazan Kategori atölyedenDev bir ağacın gölgesinde, sabahın ışıkları gözüne vurmaktaydı. Sabah güneşi bildiği bir saatte doğmamıştı tabii. Sessiz bir rüzgâr tüm bedenini yalayıp çoktan yola koyulmuş, Derya ise arkasından bakakalmıştı. Hışırtılara kulak verdi. Giraffe ailesi ağaçların körpecik dallarını mideye indirmekle meşguldü. Her biri boyuna göre bir dala uzanmış, kopardıklarını küçükçe bir sürüngen gibi gözüken siyah dilleri ile evirip çeviriyor, öğütücü dişlerini bir o yana bir bu yana çalıştırıyorlardı. Yeşilin ezilen kokusu burnuna gelmiş, midesinin guruldamasına sebep olmuştu. Uzun boyunları gözlerine gölge yapmaya başlamıştı. Ayaklanmaya niyet etti, bastığı toprak canlıydı, dayandığı ağaç canlı. Harekete duyarlı gözlerle karşılaştı. Kendisinden küçükler her hareketi karşısında korkuyla irkilip, görünürlüklerini azaltmak istercesine sabitleniveriyordu. Her şey hareketliydi, zaman hareketsiz.
Tam karşısında, tepenin zirvesinde güneş iyice belirmişti. Derya’nın bulunduğu düzlük ağaçlarla kaplıydı ama yine de gökyüzünü görebiliyordu. Göz alabildiğine uzanmış tepelerdeki ormanlar ise daha karanlık gözüküyordu. Arkasında kalan nehir ve çevresi ise adeta cennet. Eh insan evladı doğanın işaret ettiği yola değil, cennet sandığı yola gitmek ister. Kendi yarattığı cennete. Doğada kahvenize eşlik edecek bir manzaranın hiç ehemmiyeti yoktur, ama cennet o manzara ile tasvir edilir.
Yosunlu kayalıkların üstüne basa basa yürürken ayaklarının işlevine hayran kaldı. Onları böyle hatırlamıyordu. O an minnet duydu. Kayalıkları vantuzlu bir hayvan uzvu gibi kaplıyor, adım atma zamanı geldiğinde bir kuş gibi havalanıveriyordu. Ellerine ne demeli, başparmağını kullanmasının önemini hiç bu denli anlamamıştı. Eline aldığı taşları aşağı doğru, suya fırlatıyordu. Orada su olduğunu bilmek hoşuna gitmişti. Düşecek olsa yine elleriyle tutunuveriyordu kayalıklara, ağaçların köklerine. Gerek olsa tuttuğu taşları atıverirdi birilerinin kafasına ya da ellerini tam bir yumruk yapıp patlatıverirdi suratına. Çevresine bakındı, ne bir insan gördü ne de bir düşman.
Gözleri önündeki yolu kestiriyor, tehlikeleri fark ediyor, kulakları gececi bir hayvan gibi her kıpırtıda alarm veriyordu. Burnuna taze nem, çeşitli bitkilerin, çiçeklerin kokusu dolanmıştı. İştahı iyice kabarmıştı ama o güzelim çiçeklere dokunmaktan bile çekiniyordu. Biraz önce tutunduğu ağacın kökü elinde kalıvermişti. Az kalsın yuvarlanmasına sebep olacaktı. Neyse ki tek güvendiği şey o ağacın kökü değildi. Tanıdık bir kokusu vardı. Nemliliğine güvenerek ağzına götürdü, tatlı bir su tadı. Bu kokuyu zihnine kazımıştı. Karşılaştığı tohumları kokluyor, elinde tartıyor, zihninde onlara ait ne varsa açığa çıkarmaya çalışıyor, bildiklerini midesine indiriveriyordu. Nehre ulaştığında karnını doyurmuştu Derya.
Rengi gri ve kahverengi arasında, uzaktan bile taş gibi sert olduğu belli olan derinin sardığı, bedeninden yırtarcasına, gözlerinin ortasındaki ön kısmından çıkmış boynuzlarıyla Rhinoları gördü. Çeşit çeşit hayvan su kenarındaydı. Birbirlerini düşman bilen hayvanlar bile ortalıkta beraberce hareket ediyorlardı. Onlardan korkmadı ama tüm bu olanlarda bir tuhaflık olduğunun farkındaydı. Hayvanlar kaçmıyor, kovalamıyor, kimse kimseyi avlamıyordu. Gerginliğin esintisi yaprakları hışırdatıyordu, güneş ışığı vurmuş nehir her an bir felaket kopacakmışçasına aydınlanıyordu. Suya elini daldırdı, dilleri suda olan hayvanlar ağır bakışlar atıp işlerine döndüler. Sudaki larvalar bir an önce kurbağa olmaya çalışıyormuşçasına, zamanı hızlandıracaklarmış gibi bir o yana bir bu yana kuyruk sallıyorlardı. Bir hüzün sardı Derya’yı, küçük bir taşı suya fırlattı. Eski bir alışkanlığı olmalıydı bu. Suda oluşan dalgalar dinmedi, giderek büyüdü. Kulaklarını zangırdatan bir ses. Sanki içine bir taş düşüyor, dalgaları giderek büyüyor gibiydi. Diğer tüm hayvanlar gibi sesin geldiği yöne dikelip kaynağını bulmaya çalıştı. Biraz önce daha yakın olduğu tepede, beden ağırlıklarının oluşturduğu boşluktan görünen bir fil. Uyan borusu gibi hortumunu göğe kaldırmış, gözle görülür ses dalgalarını tüm alana yayıyor, dalgalar genişliyordu.
Su içenler içmelerini, ağaç tepelerinde dolananlar oyunlarını, geviş getirenler gevişlerini, kemirgenler kemirmelerini, boş boş duranlar işlerini, yankılanan bu sesle bırakıverdiler. Rhinolar yönlerini ağır ağır fillere çevirdi, emin adımlarla bedenlerini hareketlendirdiler. Toynaklarının taşlara çarparak çıkardığı ritim ormanın gümbürtüsüne karışmıştı. Her ormanın başka kralı varmış demek. Paşalar gibi yaylanan fil, tebaasının toplanmasını vakur bir halde bekliyordu. Paşalerense. Ormanın kralı. Bağırtısı Derya’yı aydınlatmıştı. Burası bir göç yoluydu. Nereden gelip nereye, neden gelip neden gittiklerini düşünüyordu. Belki birazdan kıyamet kopacak, belki sel, belki fırtına. Belki bu tepelerin eteklerinde birikecek kemikleri, toprak toprak üstüne örtecek canlarını. Ormanın nemli havasını tanıyan on beş milyon yıl geç kalmış biri bir rüya görecek, kat be kat toprağın üstünde belki.
Not: Çizim yazara ait. yazı çizi atölyesi öykülerinden.