Razı | Begüm Özbakır
Yazan Kategori atölyedenOf kim hazırlayacak bu bavulu şimdi? Kargoları kim gönderecek? Nasıl olacak? Peki ya annem?
Her şey 3 ay önce başladı. Hak etmediğim muameleler gördüğüm, değersiz hissettiğim, eşek gibi çalışmama rağmen üç kuruş maaş aldığım iş yerinden istifa etmeye karar verdim. Çok iyi bir üniversitede elektrik elektronik mühendisliği okumuştum. Bölüm birincisi mezun oldum, başarılıydım. Buna rağmen huzurlu değildim, yerim dar geliyordu bana artık.
Bir akşam diz üstü bilgisayarımı açtım ve doktora başvurusu yapabileceğim üniversiteleri araştırmaya başladım. Böylece serüvenimin kapısını aralamış oldum. Avrupa’da e-posta atmadığım, ulaşmadığım profesör kalmadı desem yeridir.
İlk birkaç ay geri dönüş olmadı. Hırsımdan delirecek gibi oldum. “Hiç olmayacak insanları kabul ediyorlar, bana neden kimse geri dönmüyor?” diye bağırırken buluyordum kendimi evde. Sosyal medyanın yarattığı pembe fotoğraflara bakıp “Aa bu da mı gitmiş bu üniversiteye?”, “Aa bu da mı kabul almış bu hocadan?” diye söylenerek ve Linkedin’de el alemin iş-eğitim güncellemelerine kadeh kaldırarak geçirdim birkaç ayımı. Umudumu giderek kaybettiğim bir zaman diliminin içine girmiştim. Bilinçaltım da zihnimle beraber beni doğrulama çabasına girmiş, gitmemem için geçerli olabilecek sebepleri sunmaya başlamıştı.
-Anneni nasıl bırakacaksın?
-E zaten tüm arkadaşların burada, orada kim var ki?
-Ne olacak doktora yapınca, madalya mı verecekler?
-30 yaşına geldin, milletin çoluğu çocuğu oldu sen hala kalem kutunla geziyorsun.
Liste zamanla uzayıp gidecek gibiydi. Bu listede boğulup vazgeçmeden önce olumlu cevabı almam gerekiyordu. Bir akşamüzeri evde battaniyenin altında mayışmış uyurken telefonumun titremesine uyandım. Ekranda haber beklediğim okuldan bir profesörün ismi belirdi: Alex. Kalbim boynumun iki yanında davul çalmaya başladı. Aniden doğruldum. E-postada doktora için açık bir pozisyonları olduğu, projede asistan olarak çalışabileceğim, eğer kabul ediyorsam işlemlerin başlatılacağı ve temmuz ayında beni ülkelerine bekledikleri yazıyordu. Yattığım yerden kalkıp, sevinçten hoplamaya zıplamaya başladım. İçimde bir gökkuşağı açmış, karın boşluğuma kelebekler üşüşmüştü. Sonra aniden kelebekler kayboldu, gökkuşağı yerini gri, bulutlu bir havaya bıraktı. Peki şimdi nasıl gideceğim?
Duvardaki saati belki 5-6 saat gözümü ayırmadan izledim. Düşündüm de düşündüm… Ev nereden bulacağım orada? Kiralar ne kadar acaba? Asistan maaşıyla geçinirim değil mi? Ya oradakiler gibi olamazsam, yetersiz kalırsam? Türküm diye beni dışlarlar mı? Of, orada herkes bisiklet sürüyor, ben uzun zamandır sürmedim. Okula nasıl gidip geleceğim?
Günler bir yandan gitme hazırlıkları yapmakla bir yandan böyle iç sıkıntısı ve ağlama krizleri ile geçti. Hazırlık yapıyordum evet, ama asla gidebileceğime inanmıyordum. “Bir mail gelecek ve her şey iptal olacak, ben de bir daha böyle bir şeye kalkışmayacağım” diyordum. İçimde konuşan o evhamlı sesi susturacak ve kendimde gitme gücünü bulmamı sağlayacak tek bir şey vardı, o da annem. Çünkü en derinlerde hep aynı soru dolanıp duruyordu: “Anneni nasıl bırakacaksın?”
Zaman yaklaştıkça arkadaşlarımın başını şişirmeye başladım. Bir yandan bavul hazırlarken bir yandan onlarla uzun telefon görüşmeleri yapıp motive olmaya, “Yahu salak mısın herkes gitmeye çalışıyor, sen böyle bir şans elde etmişsin bir de söyleniyorsun.” deyişlerini göğüslemeye çalışıyordum. Bir yandan heyecanlıydım ama bir yandan da “Nasıl olacak, ne olacak?” soruları beni kemiriyordu. Bir süre sonra aslında işin büyük bir kısmını hallettiğimi fark ettim. Ev tutmuştum. Eşyalarımın çoğunu kargo yoluyla göndermiştim. Evraktır, pasaporttur bu tarz şeyler zaten çoktan hazırdı. Tek bir şey kalmıştı, annemin rızası.
Gitmeme birkaç hafta kala Ankara’nın sağanak yağışlı bir haziran gününde annemi ziyarete gitmeye karar verdim. Hava da içim gibi gri, bulutlu. Ağzımda acı bir tat, ciğerim yanıyor sanki. Yağmur yağınca da berbat olur Ankara’nın trafiği, perişan halde ulaşmaya çalışıyorum. Yağmurdu yaştı derken vardım 5. kapıya. Ada parsel kazınmış aklıma mıh gibi. Gittim elimle koymuş gibi buldum annemi. Elimle koymuştum ya gerçi… Gelirken aldığım zambakları bıraktım önce. “Anne” dedim, “Rızan var mıdır? Gitmeli miyim seni buralarda bırakıp?” Cevap yok. “Benim için de zor anne. Hem sadece sen değil, arkadaşlarım, kuzenlerim, teyzem… Onları da düşünüyorum. Ama senin git demen benim için çok önemli. Onların desteğinden daha değerli.”
Bir süre susup ağaçları izliyorum. Yağmur yavaş yavaş azalmaya başlıyor. Annemle gönülsüzce vedalaşıyorum. Her geldiğimde onu ziyaret edeceğime dair söz vermek için arkamı döndüğümde güneş açıveriyor gri bulutları dağıtıp. Uzakta beliren bir gökkuşağı görüyorum. Saklandıkları yerden minik kelebekler çıkıveriyor. Haziran, mevsimin aslında yaz olduğunu hatırlatmak istiyor sanki.
Zoru başarmama destek olan anneme teşekkür ediyorum. Artık hazırım; yeni hayata, yeni yollara, kendi başıma…
Not: yazı çizi atölyesi öykülerinden.
Kaleminize sağlık. Çok güzel bir hikaye..