May 05

Şehirköy | Güleyni

Yazan Editör Kategori atölyeden
Resim: Gözde Yüksel

Her zaman yaptığı gibi Kuğulu Park’ta otobüsten inip Libya Caddesi’ndeki evinin yoluna düştü. Şu zenginliğin ışıldadığı Tunalı’nın sonunda vardığı cadde, İncesu’ya bakan apartman. Gecekonduları gören teras. Gökyüzüne o denli yakın ki maviliğin göbeğindeki tekne. Yıkık dökük ama motoru çok kereler çalışmış, savaşlar görmüş ve fırtınalarda, kavgalarda yıkılmamış, ayakta. Sevdiceği bu evi teras olduğu için tutmuştu. Binaların arasında nefes alamaz Ali.

Tunalı yürüyüşünde pahalı ve rüküş, etnik ve pahalı, lezzetli ve pahalı, pahalı ve şık dükkânlara göz atarken günün yorgunluğundan eser kalmamıştı. Lezzetli iki yüz gram yağlı peynir aldı mandıradan ve organik yumurta. Çantasında taşıdığı bez poşetine koydu, satıcının ikram ettiği, koyun boku görünümünde ama tüm bir zeytin ağacının tadındaki zeytinleri tadarken. Dört yola vardı ki burada hep nereden karşıya geçeceği konusunda afallardı. Bir de ortada kalan, sadece güvercinlerin konakladığı, ıslak ekmek atıklarından her daim yağlı ve pis gözüken kaldırım adacığından uzak durma derdi var. Panikle arabalardan kaçarken adacığa koşturup kuşların uçuşmasına, ortalığı dağıtmalarına sebep olmak istemez. Bu korkuları hiç yaşamamış sakinliğinde karşıdan karşıya geçer ve yolun en güzel kısmı başlar. Yokuş aşağı.

Farkında olmadan hızlanarak ama olması gerektiği kadarıyla yürümeye bayılıyordu. Yolun sonundaki ortalama hayatların ve fakirliklerin işaretleri başlamıştı. Önce butik kahveciler, her an batacak hayaller, ikinci el dükkânlar, çoğunlukla gönüllerini satarak ayakta durmaya çalışan atölyeler. Sırası geldikçe peyda olan araba kiralamacılar, emlakçılar, küçük bir kasabada olsa gross sayılacak, açılışında palyaçolar olacak marketler. Derken derken Libya Cad. No: 4. Eve ulaşmak için çıkılması gereken dört kat merdiven. Derin bir nefes aldı ve evde pişireceği yumurtayı planlamaya koyuldu. Şu videoda izlediği gibi altı çıtır, üstü yumuşacık yapacaktı. Yeşil soğan doğrayacak, karabiber dökecek ve şanslıysa biraz salam kavuracaktı. Tabii videodaki domuz göbeği dedikleri her neyse, Tunalı marketlerinde dahi bulunmazdı. Yanında çay. Sabahları yapamadığı kahvaltıları akşam yapmaya bayılıyordu. Sanki uygunsuz ve zevkli bir şeymiş gibi.

Ali eve gelmemişti. Haber vermemişti. Bu konuda inat ediyordu. Özgürlüğü kısıtlanmış hissediyormuş. Gerçi her konuda inat ediyordu. Ayakkabılarını kapının dışında çıkarma, yemek yapmama, alkolün sınırlarını zorlama, başını belaya sokma konusunda. Bu zamanlara ve bu mekânlara hiç ait olmadığına inanırdı. Bir gün elbet köye yerleşecekti. Kendi köyü yoktu. Öylesine bir köy, başkalarının köyü. Şehir de başkalarının değil miydi ki. Ailesi Dersim sürgünü. Hayatta kalmayı köksüz kalmaya tercih etmişlerdi. Aslında tercih söz konusu değil tabii.

Akşam güneşini kaçırmadan terasta içmek için kahve hazırladı kendine. Güneşten, yağmurdan epil epil döşemesi dökülmüş kanepeye oturdu, sigarasını yaktı. Sağ kolunu kanepeye dayadı, dirseklerine döşemenin altından dokunan şeyleri merak etti, ama bu bilmem kaçıncı el kanepede rahat oturmak için gerekli altın oran pozisyonunu bozmak istemedi. Sigarası bittiğinde açlığından başka bir şey düşünmüyordu. Mutfağa koşturdu. Tam aklındaki gibi pişirdi yumurtasını. Söyleniyordu, “Bana ne senin özgürlüğünden, zaten kim seni fiilen kısıtlamış ki, kadın bile değilsin. Girdiğin tripleri sikiim. Askerliği bile bedelli yaptın be. Benim derdim, geleceksen iki yumurta daha kıracağız, aç karnın doysun diye”.

Karnını güzelce doyurduğunda sakinlemişti sokak da. Tok olmasa ağzının suyunu akıtacak biber kızartması kokuları sarmıştı her yanı. Her akşam birileri mutlaka kilolarca biber kızartırdı. Sarımsaklı yoğurt da döküyorlardır herhâlde.

Hava iyice karardı, Ali’yi aradı. Telefondaki ses tutarsız konuşmalara başlamıştı, zihnini tutamayan adam ağzını nasıl tutardı. Kim bilir kimlerle içki masasında şehir buhranlarını konuşup, tonlarca parayı iğrenç dekorasyona harcayan bar sahiplerinin kucağına bırakarak, patates kızartmalarını yumuşamış zihinlerine bandıra bandıra yiyorlardı. Tüm bunları yaparken kravatlarını bari takmasalar diye geçirdi içinden. Ali’nin içinde iyilik olduğundan, vicdanının varlığından hiç şüphe duymuyordu. Ama onu sarıp sarmalayan, alkolle karışık riyalar, çarpık çurpuk ilişkiler, akılsızlıklar, çıkar avları…

Babası, Ali dünyaları görsün, kendisine yetmeyen şu şehirden çıkabilsin istemiş, onu okumaya gönderirken. Her sene çocuğundan hac ziyareti isteyen ebeveyn gibi Ali’yi darlar. “Bu sene de mi yalan bizim İspanya tatili, Küba’dan ne haber, bari arkadaşlarının yanına Almanya’ya götürsen şu ölümlü dünyada” diye serzenişte bulunurdu. Babası kovuktan kaçmayı dileyen adamın, herhangi bir ağacın kovuğuna gömülmeye niyetli oğlu.

Sinirlendikçe mide asidi yükselmişti. Bir bardak süt eşliğinde bir sigara daha tellendirdi. Sabahın köründe işe gidecek, yol boyunca aslında ne istediğini düşünecek, hayal kurmaya çalışacak, cevabının asla bulunamayacağını bildiği soruları sorup duracak ve ofise adım atar atmaz tüm bunları unutacaktı. Dört gün aynısını yapmıştı. Yarın bu hafta için son kez olacağından, içinde minik bir kelebeğin çırpınmasına tüm gün müsaade edecekti. Elinde kitabı, üçlü prizle yatağına uzattığı dandik masa lambasının ışığında uyuyakalmıştı.

Ali sarhoş. Herkese benzemez sarhoşluğu. Yani çuval gibi oradan oraya savrulmaz, düşüp kalkmaz. Deli saçması, akıllı kurşunu konuşur, bağırır, sataşır, saldırır. Yaşamı ve ölümü pek ayırt edemez, tehlikeyi ve cesareti de. Eve gelene kadar kim bilir hangi sarhoşlardan başkalarının intikamını, hangi orospulardan kimlerin hıncını, gelenden gideni, gidenden kalanı sormuştur. Taksiciler tanımıştı artık onu. Tabii bu kabule kadar ne dayaklar, ne kayıp cüzdanlar, takside unutulmuş ne onurlar.

Öfkeli bir şekilde odaya daldı Ali. Neye söyleniyor, ağzının içinde öfkesini kabartıyor, üçlü prize takılıyor mu, bilerek mi tekmeliyor bilinmez, patırtılara Işıl uyanıyor. Yarı kızgınlık yarı acıma, yarı hüzün yarı sevgi ile soruyor, iyi misin diye. Yarımları birleştirip iki kişinin duygularını yaşıyor.

Ali özürleri derya deniz etmiş sarılmaya çalışıyor. Işıl’ın sabah işi var, dönüveriyor kıçını. Sırıtıyor adam, kahkaha denemez ama histerik gülüşler atıyor, özür diliyor. Uyusa diye dua ediyor, bir an önce sızıverse. Ofiste uykusuz kalmak onu çok zorluyor, sımsıkı kapatıyor gözlerini, öteki de lambayı. Işıl, terastan gelen yankılar ve duvarlarına çarptıkça karanlık bir mağaranın, anlamlarını yitiren kesik kesik konuşmalar, bağırışlar ve inilti gibi kahkahalar duyuyor. Gittikçe ritmi kaybolan, taşın taşa, taşın betona, taşın bir şeye vurma sesi.

Daha önce de onu sarhoş gördü, terasın duvarında. Gözünde canlandırıyor, sabah uyandığında tüm bedenini İncesu’ya bakan kaldırımda kafasından akan kanla gördüğünü, ağzından çıkan son hırıltıları duyduğunu ve attığı çığlığı. Boğazı düğümleniyor. Daha fazla direnmeyip çıkıyor yanına, ayağına batan ceviz kabukları canını acıtıyor.

Onu öyle duvar kenarında sinmiş ağlarken görünce korkuyla sarılıveriyor. Ne oldu Ali, neden bu haldesin, soruları ne bir karşılık buluyor ne de yankı. Ali’nin de boğazı düğümlenmiş. Elinde kırdığı cevizler, kolundan çekiştire çekiştire kanepeye götürüyor Işıl’ı. Elleriyle döşemeyi, süngerleri parçalıyor. Cevizler bir yana, sünger, kumaş parçaları bir yana. Tehlikede hissettiği kemiklerini saklamak için toprağı kazan bir köpek gibi. Arada arkasına kontrol bakışları atıyor. Kanepenin dikişlerinin çukurlarında biriken, işten geldiğinde dirseklerinde fark ettiği şeyler. Ali bağırıyor, tüm sokak duyuyor olmalı. “Ben ve saksağanlar, bu duvarların arasında yaşamamalıyız. Görüyor musun kedi maması bunlar. Bak balık tadında ya da tavuk. Kaybolmuş saksağanlar bunları bir bok sanıyorlar. Bak bok. Yavrular için. Biz beton yiyemeyiz. Aç kalırız aç.” Höykürürken ağzından tükürükler ve sarhoşluktan ya da anlattıklarına duyduğu yüksek inançtan ağzına sokuşturduğu kedi mamaları etrafa saçılıyor. Tekrar dönüyor kanepeye, önceki bir sarhoşluğunda kırmızıya boyadığı cevizleri kanepenin süngerine sokuşturmaya çalışıyor. Işıl ara sıra darbeler alsa da boğazında dev bir yumru, gözlerinde yaş, sara sara Ali’yi parçalanmış kanepede uyutuyor.

Babasının kendi dâhil kimseye faydası olmadığını anlamamış olsaydı önceden, yakarırdı ona, kurtar beni, derdi dizlerinde ağlardı bile belki. Gitti yatağına, Ali’den aldığı sahipli sahipsiz tüm öfkeyle uyumaya çalıştı. Ne olduysa rüyasında –hâlbuki uyudu demek için en az bir yeminli tanık gerekirdi– kalkar kalkmaz sırt çantasını hazırladı. Bilgisayarını, şarj aletini, birkaç defterini, kitabını, sevdiği bıçağını, tunç havanını içine koydu. Ali terasta kalmıştı, ben gidiyorum, dedi.

İşe varmak için yola koyuldu. Hayallerini kurdu, sorularını sordu, beş dakikalık aralar ile öfkesi kabardı. “Saksağanlar gibi geri zekâlısın, kuşlar geri zekâlı değil aslında, senin onlardan beklediklerine bak ya. Şehirdeysen burada yaşa, yaşayamıyorsan siktir git. Kedi maması yemenin ne âlemi var. Köyünü ya da herhangi bir köyü, şehrine ya da herhangi bir şehre taşıyamazsın.” Bunlar gibi cümleleri kafasının içinde birbirine kışkırtarak öfkesinin boğazına iyice yerleşmesini sağlıyordu. Aslında saksağanları çok sever Işıl. Şehirdeki tüm kuşları sever, bazılarına inat güvercinleri de. Müsait bir yerde indi. Kapıdan girmeden annesini aradı. Şok içindeydi, sabahın bu saatlerinde kızı tarafından hiç aranmamış kadın. Annesini kötü bir şey olmadığına ikna ettikten sonra çantasından çıkardığı yeşil elmasından bir ısırık alırken konuştu:

“Anne Bademli ’de, köyde internet alt yapısı var mıydı?”

Not: Resim Gözde Yüksel’e ait. yazı çizi atölyesi öykülerinden.

Yorumlar akışı .

yazı çizi  
Facebook Twitter More...