Yol Ayrımı / Mansur
Yazan Kategori atölyedenAynı çukur. Biraz sağa kırdım mı, işte kurtardım. Şimdi de yola doğru kollarını uzatmış o güzel çınar ağacı, merhaba. Hop, sağ dikiz aynayı da milimle kurtardım. Sekizinci trafik lambası, biraz hızlandık mı onu da geçtik. 15. durak, son durak ve mola. Demli bir çay eşliğinde, hızlı hızlı hamlelerle oynadığımız geleneksel tavla muhabbeti, hah işte düşeş, mars, yine yendim. Sıra geldi dönüşe, sağda bir çukur, solda bir çukur, liseliler, memurlar da bindi, yaşlı teyze, neredeyse 5 dakikada bindi. Dikiz aynasına baktığımda arka artık görünmüyor; ter kokusu, iş sohbetleri, patronu çekiştirenler, yemek tarifleri, sınav muhabbeti, cep telefonu, kitap okuyanlar. Herkesi ezberlemiştim. Hayat, sonu nereye gittiği belli bir yol gibiydi benim için. Hiçbir sapak, dönemeç dahi yoktu bu yolda. Tekdüze yaşamanın verdiği stres, işe yaramama korkusu, yerini vurdumduymazlığa bırakmıştı. Kendimi, sonu belli ve muhtemelen çok kötü olan dümdüz yolun gidişatına bırakmıştım. Ne olursa olsun, başıma ne gelecekse gelsin artık. Belki bir kaza geçirip ölebilirim, ağır yaralı bir taşra hastanesine kaldırılıp tedavi yanlışlığı ve teçhizat eksikliğinden dolayı sakat kalabilirim. Dönüş yolunda ilerlerken bunlar geliyordu hep aklıma. Hep karanlık.
Tam simitçinin yanındaki durağa geldiğimde onu gördüm. İnsanları tüketime çağıran, cicili bicili reklam panosunun tam üzerine, özensiz bir şekilde yapıştırılmış bir poster dikkatimi çekti. Kapkara gözleri ve umut dolu tebessümüyle gözlerimin içine bakıyordu o güzel kız. Gözlerinden fışkıran umut ışığı, genç yaşına rağmen çok anlamlı ve davetkâr idi. Posterin tam altında, “Kanser hastası Emine’ye özgürlük” yazıyor ve basın açıklamasına davet ediyordu. Kapıyı kapatmak için düğmeye bastım. “Tısss” diye kapanan kapıya bakarken kızla göz göze gelmiştim. Birden, o güzel kızın zindanında buldum kendimi. Nefes almakta güçlük çekiyordu. Göğsü ağır ağır inip kalkıyor, hava ile ya doluyordu ya da doluyormuş gibi görünüyordu. Nefes borusundan gelen hırıltı daha da artmıştı. Yüzü daha soluk, boynu daha inceydi, elleri daha fazla titriyordu. Öğle vaktiydi. Yine karanlık basmıştı zindanını. Bütün mağaraların, kör kuyuların zifiri karanlığı, bulundukları yerleri aydınlığa terk edip zindana hücum etmişti. Kendini yarı yolda bırakan ciğerlerine sitem ediyordu. Onu bu karanlık zindana atanlardan aman dilemiyor, yalvarmıyordu.
Ya ben. Ben şimdiden pes etmiştim, havluyu atmıştım. Kendimi bozuk ve karanlığa ilerleyen bu yola bırakmıştım. Oturduğum koltukta, kendimi hiçbir işe yaramayan bir hurda yığını gibi hissediyordum. Uzun zamandır beni yiyip bitiren bu duyarsızlık halinden kurtulmak istiyordum. Basın açıklaması, hemen dört durak sonraki Direnç Parkı’nda olacaktı. Otobüs ağır ağır ilerlerken önümdeki çatala doğru yaklaşıyordum. Yol ayrımı, bana artık bir karar vermem gerektiğini söylüyordu. Yolun biri, her zaman ilerlediğim, sonu belli olan, yarının tekrarı için tamamlamam gereken meçhul güzergâhtı. Diğer yol ise doğrudan Direnç Parkı’na gidiyordu. Parka doğru giden yola döndüm. Otobüstekiler şaşırmıştı.
Direnç Parkı’na geliverdik. Genç kız için toplanan kalabalık, otobüsün hızla gelerek yanlarında durduğunu görünce önce korktu. Tedirgin gözlerle içeriye baktılar. İçerideki yolcular, nereye geldiklerini, ne için geldiklerini pankartları görüp basın açıklamasını dinleyince anlamaya başladılar. Kapıları açtığımda, otobüstekilerin meydandakilerle kaynaşarak acıyı ve umudu paylaşmaları mükemmeldi.
İlk defa doğru bir şey yapmıştım. Aklıma, çok çok önceden okuduğum, Özdemir Asaf’ın;
“Bir kelimeye
Bin anlam yüklediğim zaman
Sana sesleneceğim”
dizeleri geldi. Artık durakların, çukurların, çınar ağacının, simitçinin, otobüsün, yolcuların bir anlamı vardı benim için. Beni buraya getiren yolun üzerinde, hiçbir anlam ifade etmeyen bu nesneler, canlılar, umudu, direnci ve dayanışmayı ifade ediyordu.
Ertesi gün gözaltındayken bir köşe yazısındaki bu öyküyü okumuştum:
Bu öykü geç gelen yolculara asla kapı açmayan bir otobüs şoförüne dair. Kimseye. Ne otobüsün yanında koşup ona yalvaran bakışlarla bakan ezik lise öğrencilerine, ne kapıya aslında zamanında gelmiş de bütün suç şoförünmüş gibi vuran sinirli tiplere, ne de onu ellerindeki alışveriş torbalarını sallayarak durdurmaya çalışan yaşlı ve titrek kadınlara. Kötülüğünden değil, çünkü kötülüğün zerresi yoktu bu otobüs şoförünün ruhunda; ideoloji meselesiydi sadece.[i]
[i] Etgar Keret’in, aynı adlı kitabında yer alan “Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü” adlı öyküsünün girişi.
Gaye’nin notu: yazı çizi atölyesi ürünlerinden.