Saatçi / Hacer Gedik
Yazan Kategori atölyedenBin anlam yüklediğim zaman
Sana sesleneceğim.”
Özdemir Asaf
Dükkânımın içinde çok ses var aslında, gün içinde kapıdan içeri girenlerden hep aynı yorumu almışımdır: ‘’Bütün gün nasıl duruyorsunuz bu tik tak sesleri içinde, sıkılmıyor musunuz hep aynı sesten’’. Hangi insan sever ki saatten çıkan tek tip sesi? Dükkânıma gelen insanların ellerini sıktıktan sonra boş bir kâğıt uzatırım, önce bir anlam veremezler o boş kâğıtla ne yapacaklarına. Bu eski, toz kokan, her tarafı çeşitli saatlerle dolu dükkândan akıllarında bambaşka hikâyelerle çıkarlar. Nihayetinde onları kapıdan uğurlarken beyaz kâğıda yazılmış binlerce hikâye kalır.
Saat hikâyelerim artık bir kitap. Benim hiç saatim olmadı hikâyesini açıyorum, sayfa 37. Hikâye, bir pazar sabahı içeri giren yazar dostumdan. Trafik kazasında kaybetmiştik Nazım’ı, genç yitirdik. Nur içinde yatsın; “Pazarları senin dükkânda simitli kahvaltıyı çok seviyorum be Osman” derdi hep. Sokağın sonundaki kahvehanenin çaycı çırağına takılırdı tatlı sert. “Sanki yürümüyor emekliyorsun Cemal’im, arada buzhane mi var arkadaş, gelene kadar çayın dumanı kalmıyor.” Beni iyi bir dinleyiciyim diye severdi en çok, bilirdim bunu, gözlerinden anlardım. “Senin işin saatle, ama sevemedim ben bu aleti be kardeş” diye yazmıştı ve eklemişti dostum Nazım: “Hiçbir yere yetişmedim, kolumdaki saate bakma gereği duymadım, hayatla randevulaşmadım hiç, hep bekledim belki ama acele etmedim, beklerken de bakacak saatim yoktu ve bu yüzden kimseye kızmadım, bekletilmek nedir bilmedim. İçimi hiç telaş duygusu sarmadı bir sınava girerken, bundan mıdır bilmem tüm sınavları verdim. Dahası sabahları annem uyandırdı öperek, annem öpsün diye hiç çalar saat sesi duymadım. Vapur saatlerine bakmadım hiç, hangisi gelirse ona bindim, saatinden önce vardım hep bir yerlere. Âşık olduğum kızları çok bekledim, heyecandan tırnaklarımı yedim. Yaz güneşi altında onlar gelene kadar gömleğimin sırılsıklam oluşu, zamanından çok önce buluşma yerine gitmemdendi. ‘Neden erken geliyorsun, bir saat alalım sana Nazım’ diyen sevgilime ‘Böylesi daha heyecanlı oluyor’ demişliğim çoktur. Benim için heyecanlı oldu da onlar için pek olmadı, terk edilmişliğim çoktur” yazmış dostum. Hey gidi Nazım…
Ben mi? Bir saat kadranındaki hikâye bile zaman zaman hüzünlü geliyor bana; akrep ve yelkovan arasındaki ilişkiyi düşlemekten dahi yoruluyorum. Ha bire kavuşacakları zamanı beklemekten, tik tak sesi ile sonu gelmez bir kavgam oluştu zamanla. Her duygu anlıktı, anlamıştım. Sadece izliyordum, denk geldikleri anda müthiş bir haz sarıyordu her yanımı. Hepsi bu; sonrası bekleyişti. Saatte bir buluşan akrep ve yelkovanın bile beraber kalma süresi sınırlıydı. Nazım’ın dediği gibi, hayatla randevulaşmadan yaşamak lazımdı. Olaya belki de sadece Haldun Taner gibi, “Gün kadranında çarşamba, yerini perşembe ile değiştirdi” diye bakmak lazımdı. Tozlu dünyamda tik tak seslerini duymadığımı, onların sadece bir görüntü olduğunu, merhaba diye girip de hoşça kal diyerek uğurlandıklarında üzülmemeyi, hatta saat sesinin o kadar da kötü bir şey olmadığını anlayanlar bile oldu, çok sesli bir dünyayı sessiz yaşayan birini gördükten sonra.
Bazen kulaklarımın duymamasına üzülmüyordum. Bilerek seçilmiş bir meslek değildi belki, annemden kalma dükkânda antika saat satmak ya da saatleri onarmak, ama seviyordum işimi. Hem ses de rahatsız etmiyordu ve en büyük zevkim haline gelmişti saat hikâyeleri toplamak. Annem sevdirmişti bana bu dükkânı, babam ben doğmadan bırakıp gitmiş bizi. Dedem de dükkânını mağdur olan kızına bırakmıştı. Annem beni bu dükkânda doğurmuş, ebe buraya gelivermiş hemen. Belki bu yüzden seviyorum burasını.
Kitabı karıştırırken tek bir kelime yazan sayfaya denk geldim yine: 91. Sıcak bir yaz günüydü, tıpkı bugünkü gibi. Sıcak yüzlü bir adamdı içeri giren, önce baktı, başımla selamladım gülümseyerek, içeri girip girmeme konusunda tereddüt yaşadığı belliydi. Sağır ve dilsiz olduğumu anladığına yordum hüzünlü halini, bir an. Genelde olurdu, alışıktım bu duruma. Hiç konuşmadan yanaştı, baktı baktı. Elimdeki kâğıdı uzattım ve “su” yazdı, içerden su almaya gidip döndüğümde adamın ne kadar tereddütlü geldiyse o kadar kararlı gittiğini anladım. Kâğıdı elime aldım ve su kelimesinin altında iki heceli, benim için bir anlamı olmayan “baba” kelimesini okudum. Hızlıca yazıldığı belliydi. Uzunca bir süre kâğıda baktım, işte o an zaman durdu. Avuç içlerim terledi, kulaklarım alev aldı, ilk defa sessizlik patlattı kulaklarımı. Bu kez bendim, ağır adımlarla annemin yadigârı, küçük kutuyu açmak için ilerleyen. Bir an anahtarını nereye koyduğumu anımsayamadım, annemin vefatından sonra açmamıştım hiç. İçindekileri bir bir kenara aldım aradığım şeyi bulmak için, babamın doğmamış bebeğine yazdığı mektup. Son cümle: “Baba olmak ne demek, bunu anladığım zaman sana haykıracağım, beni affet”. Benim hikâyem güzel bitmedi baba, çünkü sen haykırsan bile ben duymayacaktım seni. Çünkü sen “baba” kelimesi ne anlama geliyor hâlâ bilmiyorsun.
Gaye’nin notu: yazı çizi atölyesi ürünlerinden.
O dükkanı yaşattın bana. Hüznün tarifi budur sanırım.