May 28

Gül Ahmet / Hacer Gedik

Yazan Editör Kategori atölyeden

− Of yine başladık tıraş ol, saçını kestir muhabbetlerine; iyiydik böyle! Tıraş olmadan gitsek işe ne olurdu yani. Ayakkabılar boyatılacak daha.

− Mızmızlanma kalk; üç ay oldu, özlemedin mi Gül Ahmet’in hikâyelerini? “Memleketin vaziyeti fena genç! Herkes ayrı telden çalıyor” diye başlar, “Bizim köyde bir sosyalist bilmem kim vardı” diye devam eder. Ezberinde mi son haberler? “Üç ay gittin gâvur memlekete, olup biteni takip ettin mi bakalım?” diye çeker şimdi seni sorguya.

− Tembelliğim Gül Ahmet’e işler mi hiç.

***

İzmir’in temmuzunu sevmiyorum arkadaş, zorla mı? Hava boğazıma çöküyor adeta, nefes alamıyorum. Klimalı dükkânlar iyi ki var, bir amacım olmasa da girip bir şeylere bakıyormuş gibi yapıp ferahlıyorum. Dışarı çıkınca cehennem kazanına girmek kaçınılmaz olsa da kısa süreliğine ruhumu şenlendiriliyorum. Az sonra “Kunduracı Gül Ahmet” tabelasını görüyorum, cehennem kazanında turlarken. Girmeye korkuyorum, Ahmet ağabeyin sohbetinden değil; dükkânın kalabalıklığından, deri ve boya kokusundan; hele yazın hiç çekilmiyor. Asıl çekilmeyen o minicik dükkânın boğucu havası. Gül Ahmet’e göre sorun yok, onun tavan vantilatörü var, tepesinde dönen.

Sanki dükkândan çalacak çok şey var, nedir bu demir kapının ağırlığı böyle? Gacır gucur ses çıkarıyor bir de. Şu yaz sıcağında ne diye kapatırsın kapını be Gül ağabeyim!

− Selamünaleyküm Ahmet ağabey.

– Ooo gâvur, gel bakalım, hoş geldin.

“Kapın da senin gibi yaşlanmış be ağabey, yağlamak lazım” deyip takılıyorum ağzından bal damlayan, nazımın geçtiği, dilini sevdiğim insana. Tahta tabureyi alıyor ve geçip oturuyorum karşısına. Hal hatır ediyoruz önce. Evden çıkmadan önce kardeşimle konuştuğumuz gibi, güncel haberleri sayıveriyor emektar; gülüyorum bıyık altından.

“Çok sıcak be ustam, bir klima da senin dükkâna taksak ya” demeden lafı ağzıma tıkıyor. “Heyt bre gâvur, eskiden yalancı buzluk mu varmış, mis gibi pervane neyimize yetmiyor” deyiverip susturuyor beni.

Birden bir türkü çalmaya başlıyor eski, antika radyoda. Sağındaki radyoya uzanıp az ses veriyor Gül ağabeyim. Ayakkabılarımı boyamayı bırakıyor, boyalı elleriyle gözlüğünü alışılmış bir hareketle tepesine koyuyor ve kahverengi önlüğünün cebinden sigarasını çıkarıp yakıyor. Bir yandan da türküyü mırıldanıyor.

Beklenen meşhur köy hikâyeleri serisi başlıyor, can kulağıyla dinliyorum.

Sizlere ömür bir âşık vardı: Mahmut Coşkuner. Gaziantep’in Yeşilova Mahallesi’nden. Bu türkü, bu beste onun kendi malıydı. Mahmut Coşkuner otuz üç yıllık evliydi ama çocukları olmuyordu. Cenab-ı Allah nasip etmemiş demek ki. Derdi ki: “Oğlum Gül Ahmet, benim de bir çocuğum olaydı da yaradan ya bir golumu ya bir bacağımı yoh edeydi”. Bu acı, bu burukluk içerisinde Mahmut kayınbiraderini evlendirmiş, Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesinden bir kızcağızla. “Toy düğün yaptık, getirdik gelini. Pazartesi günü iki rekât namaz gıldım, yönümü de Kâbe’ye dönderdim. Yarab, bana bir evlat sevgisi dattırmadın, bari bu yeni evlenen çifte bir çocuk nasip et de ben de her gelip getmeye bu çocuğu seveyim, yavru hasretini gidereyim, diye dua ettim’’ derdi. Ee Cenab-ı Hak isterse taşı insan, insanı taş yapar. Gelinceğiz hamile kalmış, vakit saat tamam olup doğum günü gelmiş. Ee şimdiki gibi her köyde kadrolu ebe, sağlık ocakları yok! Eskiden ebe yani “koca ana” dediğimiz karılar gelir doğum yaptırır, göbeğini de makas bulamazsa bıçakla keser, giderlermiş. Coşkuner babagil, lisan olarak Kürtçe konuşurlarmış; gelinin ismi Meryem de “Meyrik” diye hitap ederlermiş. Meyrik gelin doğum yapamamış, Kahramanmaraş’a hastaneye kaldırılması icap etmiş. Ancak orada doğum yapar, demişler. Şimdiki gibi alo makinesi da yok ki arayıp taksi çağırsınlar. Köyde kötü bir cip varmış, ona bindirip hastaneye götürmüşler. Ancak vade yetmiş, Meyrik gelin ameliyat masasında ruhunu teslim etmiş. Hem gelin hem de sabi ölmüş. Coşkuner baba: “Müjde bekliyorum, hele oğlu oldu dellerse bir sarı altın lira hediye edecem’’ demiş. Gele gele kara haber gelmesin mi “Meyrik öldü” diye. Oraya yığılıvermiş; üç dört gün sonra kendine gelmiş. “O acıyla gayınbiraderimin diliylen söylüyormuş gibi şu acı ağıdı söylüyorum” diyordu Mahmut Coşkuner ağabey:

‘’Maraş’tan bir haber geldi / Dediler ki Meyrik öldü / Keşke Meyrik ölmeseydi / Kesileydi elim kolum / Oy Meyrik Meyrik Meyrik / Ben kurbanam sana Meyrik / Ben hayranam sana Meyrik…’’

***

Gül Ahmet’i kendi dünyasında bırakırken, her zamanki gibi, var olan her şeyi kendi hikâyesine benzetip sunduğunu bilmenin hüznünü yaşıyordum yine. Sıcak değil, şimdi de geçmişinde yaşayan bir adamın hüznü boğuyordu beni. Sevdiği kadını, kadınını, Meryem’ini kaybeden adam içlenmişti. Aslında doğumla değil de türküdeki Meyrik gibi veremden ölen sevdalısınaydı bu dertlenme. Ama böyle bir adamdı Gül Ahmet, kendi hikâyesini anlatmazdı hiç, anlamasın isterdi kimse. Hep başka hikâyeler yazıverirdi. Bu yüzden hepsi: “Bizim köyde eskiden…” diye başlardı.

Gaye’nin notu: yazı çizi atölyesi ürünü olan bu öykü, atölyeden Özden Eylem Yıldız’ın çektiği yukarıdaki fotoğraftan esinlenilerek yazıldı.

Yorumlar akışı .

Yorumlar



yazı çizi  
Facebook Twitter More...