May 12

Kemal abi | Serpil Akçay

Yazan Editör Kategori atölyeden

Altındağ ilçesine bağlı Çinçinbağları, Çalışkanlar Mahallesi’ydi burası. Ankara kalesinin çevresine dağılmış birkaç tepenin üzerine kurulmuş, komik mimarisiyle, insanı hem şaşırtan hem güldüren, gecekondularıyla ün salmış bir muhitti.

Gecekondular o kadar gelişigüzel yapılmış ki aradan bir tanesini çekseniz diğerleri domino taşı gibi birbiri üzerine yıkılacakmış gibi gelirdi insana.

Dışarıdan öyle acınası görünürlerdi ki, oralara yakın bir yerlerden geçiyorsanız, durup düzeltme hissi uyandırırdı. Her an yıkılacakmış gibi duran gecekonduların görüntüleri insanı üzerdi, yüzünüze bir yumruk yemiş gibi hisseder sersemlerdiniz.

O konduların görüntüsü ne kadar kederli olsa da içinde yaşayan insanlar bir o kadar sıcakkanlı, misafirperver ve mutluydu.

Her mahalle kendi içinde genişçe bir meydanlığa bakar, evlerin minik pencereciklerinden sizi, önünde dizilmiş Vita kutuları içinde sardunyalar, reyhanlar, küpeliler selamlardı. Çatılarında, kedilerin miyavladığı, bahçelerinde kurt köpeklerinin havladığı, başları geriden bağlı, akça pakça tombul memeli kadınların, kapı aralarında ayaküstü birbirleri ile sohbet ettikleri, sokaklarında donsuz bebelerin yalın ayak fink attığı bir yerdi burası.

Mahallemize Çalışkanlar İlkokulu’nun biraz aşağısından, yolun iki yanında dizilmiş kahvehanelerin bulunduğu dar bir yoldan geçilirdi. Ortasından yaz kış hiç kurumayan, çamurdan bir derecik akardı.

Burada mutluydu insancıklar, hem de malı mülkü parası olan insanları kıskandıracak derecede mutlu.

1980 yılı, henüz askeri darbe olmamış, az bir zaman kalmış.

Ülke, yönetimdekilerin tecrübesizlik ve basiretsizliklerinden dolayı, ekonomik durgunluk, yoksulluk, dışa bağımlılık ve sürekli gerileme süreciyle boğuşurken, millet yine onların yüzünden sağ ve sol diye ikiye bölünmüş.

Çocukluğumun ve ergenliğimin en hareketli yılları. Gün boyu ekmek kuyruğundan tüp gaz kuyruğuna koşturduğum yıllar.

O zamanlar şimdiki gibi her köşe başında bir market yok tabii. Bu yüzden insanın yaşaması için gerekli en temel gıda maddeleri ekmek, yağ bile karaborsada fahiş fiyatlarla satılırdı.

Evin küçüğü ve erkek olmamdan dolayı bütün günüm kuyruklarda geçerdi.

Bu durum ülkenin zengin muhitlerinde böyle değildi tabii. Zengin parasına para katarken, yoksulun iki yakası bir araya gelmezdi.

Ülke pimi çekilmiş bir bomba gibi her an patlamaya hazırdı. Akşam olduğunda bir mahalleden diğerine gitmek her babayiğidin harcı değildi. Her gün bir kahvehane ya bombalanır, ya kurşun yağmuruna tutulurdu. Dörtyol ağızlarında araba lastikleri yakılır, mahallelere giriş çıkışlar sağcı, solcu ateşli ağabeyler tarafından yasaklanırdı. Faili meçhul cinayetlere her gün bir yenisi eklenir, toprağa bir can düşerdi. Kardeşi kardeşe kırdıranlar, kanlı ellerini oğuştura oğuştura kurguladıkları cinayet planlarına yenilerini eklerdi.

Ölenler deyim yerindeyse bok yoluna gider, garip anaların gözyaşları dinmezdi.

Mahallemizde Kemal isminde bir abi vardı. O zamanlar küçüğüm tabii. Kemal abi benim gelecekteki rol modelimdi. Sabahları okula giderken bazen ona rastlardım. Yakaları kalkık yeşil parkasının ceplerine ellerini sokar, hızlı hızlı yürürdü. Koltukaltında uçları yıpranmış bir iki kitap olurdu hep. O zamanın devrimci gençlerindendi. Bütün gece elinde beyaz badana boya, fırça ile tertemiz gecekondu duvarlarına ateşli sözler yazardı.

En sevdikleri “Dev-Yol, Kahrolsun Faşizm, Yaşasın Devrimci Gençlik”ti. Faşizm neydi, devrimci ne demekti bilmezdim tabii. Ama eğer Kemal abi yazıyorsa iyi bir şeydir diye düşünürdüm çocukluk aklımla.

Ha bir de Zuhal abla vardı. Onun yavuklusu. Mahallede birbirlerini sevdiklerini bir ben bilirdim. Aralarındaki mektup alışverişini benimle yapardı Kemal abi. Zuhal ablaya ne zaman mektup götürsem daha açmadan başımı göğsüne yaslar ağlamaya başlardı. Büyük memelerinin arasında nefessiz kalırdım bir müddet, neden sonra beni hatırlar, gülerek öpücüğe boğardı Kemal abiyi öper gibi.

Çocuğum ya hep merak ederdim. Kemal abi Zuhal ablaya ne yazardı ki ağlamaktan böyle bitap düşerdi diye.

Kemal abinin annesi Nermin teyze annemin çok yakın arkadaşı olduğundan haftada iki gün gelirdi bize. Oturup kalkana kadar Kemal der ağlardı. Neymiş okumuyormuş, neymiş tuttuğu yol, yol değilmiş, çevresinde ipsiz sapsız bir sürü insan varmış, bir gün bir yerde ölüsünü bulmaktan çok korkuyorlarmış, mış da mış… O vakitler Nermin teyzeye çok kızardım.

Çünkü Kemal abiyi çok severdim. Büyünce onun gibi ateşli bir genç olmaya, yeşil parka giyip, koca memeli bir kıza âşık olmaya yemin etmiştim.

12 Eylül Cuma sabahı okula gitmek için kalktığımda annem “Yat yavrum bugün okul yok” dedi.

“Niye anne?”

“Darbe oldu.”

“Darbe ne demek anne?” dedim sersem sersem.

“Anlatsam anlayacak mısın acaba?” diyerek beni dinlemeden dışarı seğirtti, ben de ardından.

Dışarı çıktığımda komşularımızı, babamı, bahçenin ortasına kurulu uzun tahta bir masanın etrafında radyo dinlerken buldum. Radyoda Kenan Evren denilen bir adam konuşuyordu ve bütün mahalle onu pür dikkat dinliyordu.

Askeri darbenin nedeni olarak, yaşanan siyasi iktidarsızlık, ekonomik sebepler, sağ-sol çatışmaları ile oluşan kaos ortamı gösterilse de, darbe kararı, Türk siyasi tarihi için etkileri halen hissedilen çok büyük ve acı bir karardı. Sonuçları ise daha korkunç oldu.

Yıllar sonra o güne dair hatırladığım en net hatıra, arkadaşlarımla kahvehanenin önündeki süs havuzuna girip, sırılsıklam olana kadar oynadığımız oyunlar ile Kemal abinin dar bir sokakta, pusuya düşürülerek öldürüldüğüne dair aldığımız haberdi. Tek kurşunla göğsünden vurulmuştu.

Ölürken üzerinde çok sevdiği yeşil parkası vardı. Bir de Zuhalinden aldığı, kana bulanmış son mektubu.

Not: yazı çizi atölyesi öykülerinden.

Yorumlar akışı .

Yorumlar



yazı çizi  
Facebook Twitter More...