Mor Islık / Özgür Yıldırım
Yazan Kategori atölyedenBu sefer çekip çıkmadım kapıyı. Çarpıp çıktım. Tüm sığınaklarım, düşman tarafından bulunmuşçasına, kaçar gibi. Elimde bir çanta. Siyah ve küçük. Hani deprem anında yatağınızın yanında, yanı başınızda bulunması gerekenlerden. Şiddetle sarsılırken, aklınıza ilk gelmesi gerektiği söylenenlerden. Hangi insan öyle bir zamanda çantayı düşünür ki? Onu bırak, gerçekten var mıdır böyle bir çanta? Dizilerde, filmlerde yolunda gitmeyen bir şey olduğunda, kadının hemen doldurduğu valizlerden olmadı hiç hayatımda. Geldiğimde gitmeyi düşünmediğimden belki. Hep mi büyüktür o çantalar? Hep düzenli dolaplar, askılar, ütülenmiş jilet gibi pantolonlar. Bir kadının titiz, temiz, tertipli olması gerektiğini pekiştirmeye çabalamalar…
Benim dolabım, çözemediğim bir mesele varmışçasına karmakarışıktı. Meseleler çoğaldıkça elbiseler ütüsüz kaldı.
22 yaşındaydım seninle evlendiğimde. Müzik öğretmenliğini bitirmiştim, ama öğretmeye değil sevdirmeye kararlıydım müziğimi. Hani sorardım ya, bizim hayatlarımızın da bir fon müziği var mıdır? Seninki nasıl olurdu mesela? Ya benimki? Keyifli bir şey olurdu sanırım. Tamamı kolay hatırlanmaz ama nakaratı kalırdı mutlaka akıllarda. Yolda giderken ıslıkla çalınanlardan. “Böyle saçma sapan şeylere kafa yoracağına git yemek yap!” dediğinde müziğim sustu.
Evliliğimizin altıncı ayıydı mesela, bir pazar günü kahvaltı yapıyorduk, yumurta haşlamıştım. Sevdiğin gibi kayısı değil, çok pişmişti. Bir yumurta, olması gerekenden iki dakika daha fazla bekledi kaynayan suda diye dağıttığın masayla çıktı gözümdeki ilk mor leke.
Bir akşam, toplantın iyi geçmedi, işi kaçırdın diye alkollü geldin eve. Sana “İyi misin?” diye sorduğumda, kötüyüm yerine, “Yeter başımda vır vır edip durma!” deyip ittiğinde beni, o mor leke büyüdü biraz daha. Evden erken çıkıp eve geç döndüğünde, nerede olduğunu söylemediğinde, tuzu bir tutam fazla kaçan yemeği halıya döktüğünde, yorgun olduğum için ütüsüz bıraktığım her gömlekte, “Aptal dizileri izlemekten başka neye yararsın!” dediğinde mor leke gözüme sığmaz oldu.
“Git göster şu gözünü doktora!” dedin, gittim. Bir sürü tahlil yaptılar, nedenini bulamayınca vitamin ve demir hapı verip yolladılar.
En son, hamile olduğumu söylediğimde, “Babasının ben olduğunu nerden bileyim?” diye bağırıp tekme attın ya karnıma, o zaman düşündüm, bir bebek tekmesi de acıtır mıydı bu kadar canımı? Kanadım o akşam. Kanadıkça ağladım. Sabah, büyük bir valize değil, siyah bir el çantasına dünyamı sığdırdım, çarptım kapıyı çıktım.
Parktaki bir bankın üzerinde oturuyorum şimdi. Bir çocuk kaydıraktan kayıyor gülerek. Şarkı söylüyor, en sevdiğim çocuk dilinde, kırık ama tanıdık. Eşlik ediyorum, koşarak yanıma geliyor. Beraber söylüyoruz şarkımızı. Söyledikçe, gözlüklerimin saklayamadığı morluğun küçüldüğünü hissediyorum. Çocuk gözümü öpüyor sonra, “Uf olmuş” diyor. Gülümsüyorum, “Geçecek” diyorum. O şarkısını söyleyerek dönerken oyun parkına, geçecek biliyorum. Bendeki geçerken yavaş yavaş, sendeki öyle büyüyecek ki içinde, nefes almak güç olacak, ciğerindeki o mosmor lekeyle.
Bir müzik duyuyorum sonra, nakaratı çok tanıdık. İçimden ıslık çalıyorum…
Gaye’nin notu: yazı çizi atölyesi ürünlerinden.